İspata karşı, inkârın kıymeti yoktur ve kuvveti pek azdır.
İspata karşı inkârın kıymeti yoktur ve kuvveti pek azdır. Mesela Ramazan’ın başlaması için, ayı hilal şeklinde görmek gerekir. İşte Ramazan-ı Şerif’in başında hilali görmek hususunda, iki kişi “Biz hilali gördük.” diyerek hilalin varlığını ispat etseler ve bunların sözlerine karşı binlerce eşraf ve âlimler “Görmedik.” deyip inkâr etseler, onların inkârları kıymetsiz ve kuvvetsizdir. Ve onların inkârlarına bakılmaksızın Ramazan’ın başladığına hükmedilir. Yani iki kişinin “Gördük.” sözü, binlerce kişinin “Görmedik.” sözüne tercih edilir.
Bu sırrın sebebi şudur: İspat, birbirine dayanır ve kuvvet bulur. İnkârda ise bir olsa, bin olsa farkları yoktur, herkes kendi başına kalır. Çünkü ispat eden nefsine ve zannına bakmaz. Harice bakar ve hakikatin kendisine göre hükmeder.
Mesela misalimizde olduğu gibi, biri der: “Gökte ay vardır.” Diğer arkadaşı parmağını oraya basar, aynı şeyi görür ve ikisi birleşip kuvvet bulur.
İnkârda ise, harice bakılamaz ve hakikatin kendisine göre hüküm verilemez. Sadece zanna ve vehme göre hüküm verilir. Zira “Hususi olmayan ve has bir yere bakmayan bir inkâr ispat edilemez.” meşhur bir kaidedir. Mesela ben, “Hindistan cevizi dünyada var.” desem, sen de “Dünyada yok.” desen; ben iddiamı bir tek Hindistan cevizini göstermekle kolayca ispat edebilirim. Sen ise o şeyin yokluğunu ispat edebilmek için; bütün dünyayı ve her taşın altını araman, taraman, görmen ve göstermen gerekiyor ki, sonra “Yoktur, vuku bulmamıştır.” diyebilesin. Bunu yapmadan “Yoktur.” dersen, hakikate bakmaksızın sadece zannınla ve vehminle hükmetmiş olursun ki, bunun da kıymeti ve kuvveti yoktur.
Madem inkâr edenler hakikatin kendisine bakamazlar; belki kendi nefislerine, akıllarına ve gözlerine bakıp hükmediyorlar. Elbette birbirlerine kuvvet veremezler ve yardımcı da olamazlar. Çünkü görmelerine ve bilmelerine mani olan perdeler, sebepler ayrı ayrıdır. Mesela misalimizdeki hilali inkâr edenlerin bir kısmı “Biz uyuyorduk.” der. Diğer bir kısmı ise “Hava bulutlu idi, gökyüzünü göremedik.” der. Başka bir kısmı ise “Gözümüz bozuk, uzağı göremiyoruz.” der ve hakeza…
İşte “yanımda ve nazarımda” veya “itikadımda” gibi sözlerin herkese göre farklılığı ile neticeler dahi farklılaşır, daha dayanışma ve birbirine kuvvet vermek olmaz. Herkes:”Ben görmüyorum, benim yanımda ve itikadımda yoktur.” diyebilir. Fakat “Hakikatte yoktur.” diyemez. Eğer dese, umum kâinata bakan imani meselelerde dünya kadar büyük bir yalan söylemiş olur.
Elhasıl: İspatta netice birdir, harice ve hakikate bakar, nefsine göre hükmetmez. Bu yüzden dayanışma olur, birbirine kuvvet verir. İnkârda ise, harice ve hakikate bakılamaz. Nefse ve zanna göre hükmedilir. Bu yüzden birbirlerine kuvvet veremezler.
İşte bu hakikat noktasında meleklerin varlığı gibi, imani hakikatlere karşı gelen kâfirlerin ve münkirlerin çokluğunun bir kıymeti yoktur. Ve müminin imanına ve itikadına hiç tereddüt veremez. Çünkü onlar inkârlarını ispat edemezler ve hakikatin kendisine bakamazlar ve bakmıyorlar ve bakamıyorlar. Zanlarınca hüküm veriyorlar.
Mesela, meselemiz olan meleklere iman hakikatini ele alalım.
Meleklerin varlığını inkâr eden birisi, inkârını ispat edebilmesi için bütün kâinatı gezmek ve âlemin her köşesine bakmak zorundadır. Bu da yetmez, bize de baktırmak zorundadır. Hatta geçmiş zamanlara ve gelecek asırlara da gidip kontrol etmelidir ki, sonra “Yoktur.” sözünü ispat edebilsin. Bunu yapamadıktan sonra “Yoktur.” sözü, sadece onun zannıdır ve vehmidir. Yani hakikate göre değil, ona göre yoktur. Hakikatte yok diyebilmesi mümkün değildir. Çünkü daha önce izah ettiğimiz gibi inkâr iki kısma ayrılmaktadır:
Birisi: “Has bir mevkide ve hususi bir cihette yoktur.” der. Mesela “Bu odada elma yoktur.” demek gibi. Bu kısım inkâr ispat edilebilir. Çünkü odanın tamamını görmek ve göstermek mümkündür.
İkinci kısım ise: Dünya’ya, kâinata, ahirete ve asırlara bakan imani hakikatleri inkâr etmektir. İşte bu inkâr hiç bir cihetle ispat edilemez. Belki kâinatı ihata edecek ve ahireti görecek ve hadsiz zamanın her tarafını temaşa edecek bir göz lazımdır ki, ta o gibi inkârlar ispat edilebilsin.
O hâlde meleklerin varlığını inkâr eden binlerce filozof yan yana gelse, yine bir kişi hükmündedir ve birbirlerinin görüşlerine destek veremezler; birbirleri lehine şahitlik yapamazlar. Çünkü hepsi zanlarına ve vehimlerine göre hükmetmiştir. Hiçbiri, kâinatın her bir köşesine bakarak melekleri aramış, taramış ve bulamamış değildir. Hâlbuki meleklerin varlığını kabul edenler zanlarına değil, delillere göre hükmetmiş ve harice bakmıştır. Demek ispat eden iki kişinin sözü, inkâr eden bin filozofun sözünden daha kuvvetli ve daha kıymetlidir.
Hâl böyle iken nerede kaldı ki, yerde iken arş-ı âzamı temaşa eden, doksan sene maneviyatta terakki edip çalışan ve iman hakikatlerini hakka-l yakîn suretinde keşfeden Abdulkadir-i Geylanî gibi yüz binler ehl-i hakikatin ittifak ettikleri imâni meselelerde, zanları ve vehimleri ile hükmeden feylesofların sözlerine itibar edilsin! Onların sözleri, bu büyük zatların sözleri karşısında kaç para eder ve inkârları ve itirazları, gök gürültüsüne karşı sivrisineğin vızıltısı gibi sönük kalmaz mı?