16- Dinin tüm emir ve yasaklarına uyması
Bu delilde, bu zatın, tebliğ ettiği dinin bütün emir ve yasaklarına uymasından bahsedeceğiz. Tarihte birçok liderler gelmiş ve bu liderler birçok kural ve kanunlar ortaya koymuşlardır. Ancak bu liderlerin çoğunluğu koydukları kanunlara kendileri tabi olmamış ve yaşantılarıyla söylemleri arasında tam bir tezat sergilemişlerdir.
Demek maharet, kurallar ve kanunlar koymak değildir. Asıl maharet, o kural ve kanunların her birine harfiyen tabi olmaktır. Tarihteki birçok lider, bu konuda kötü birer örnek olmuş ve yaşantılarıyla söylemlerini adeta tekzip etmişlerdir. Hâlbuki Hz. Muhammed (sav) getirdiği dinin bütün hükümlerine herkesten ziyade itaat etmiştir. Dinin her bir emrine itaat eder, yasaklarından herkesten ziyade kaçınırdı. Şimdi size bunun bazı örneklerini verelim:
Hz. Aişe (r.anha) anlatıyor: Peygamberimiz (s.a.v) geceleri mübarek ayakları şişinceye kadar ibadet ederdi. Ben kendisine: “Ey Allah’ın Resulü, geçmişte işlenmiş ve gelecekte işlenmesi muhtemel bulunan günahlarını Allah Teâlâ bağışladığı halde niçin bu kadar yoruluyorsunuz?” dedim. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v): “Ya Aişe, Allah’a şükreden bir kul olmayayım mı?” buyurdu.
Abdullah İbni Mesud (r.anh) diyor ki: “Bir gün Allah’ın Resulüyle beraber gece namazı kılmaya azmettim. Geceyi onunla geçirecek ve O’nun yaptığı ibadeti ben de yapacaktım. Namaza durdu, ben de durdum. Fakat bir türlü rükûa gitmiyordu. Bakara suresini bitirdi, “Şimdi rükûa gider.” dedim; fakat O devam etti. Sonra Âli İmran’ı, sonra da Nisa suresini okudu ve ardından rükûa vardı. Namaz esnasında o kadar yoruldum ki, bir ara aklıma kötü düşünceler geldi.” Onu dinleyenler arasından biri sordu: “Ne düşünmüştün?” İbni Mesud (r.a): “Namazı bozup, O’nu namazıyla baş başa bırakmayı düşünmüştüm.” dedi.
Hz. Muhammed (s.a.v) haftanın bir iki gününü mutlaka oruçlu geçirir; hatta bazen de o kadar uzun süre oruç tutardı ki, sanki hiç iftar etmiyor zannedilirdi. Bazen de savm-ı visal yapardı. Yani hiç iftar etmeden iki gün üst üste oruç tutardı. Sahabe O’nun orucuna özenir ve O’nu taklit etmek isterlerdi, ama bu çok zordu.
Hz. Peygamber (s.a.v), Kur’an-ı Kerim’de kendisine hitaben emredilen tüm emirleri yerine getirmede ve bütün nehiylerden kaçınmada son derece titiz davranırdı. Hz. Ebubekir (ra) Allah’ın Resulüne bir gün şöyle sorar: “Ya Resulallah! Saçınızda ak görüyorum. Birdenbire ihtiyarladınız; bir derdiniz mi var?” Peygamberimiz (sav) bu soruya şöyle cevap verir: “Beni Hûd, Vâkıa ve Mürselât sureleri ihtiyarlattı.”
Mahzumoğulları kabilesine mensup soylu bir kadın hırsızlık yapmış ve suçu sabit olarak elinin kesilmesine karar verilmişti. Kadının kabilesinden olan bazı kişiler, kadının elinin kesilmemesi için Peygamberimize müracaat etmeye karar verirler. Ancak doğrudan ona bir şey söylemeye cesaret edemedikleri için, Peygamberimizin çok sevdiği, oğlu gibi gördüğü Zeyd b. Sabit’in oğlu Üsame’yi araya koyarlar. Sevgilinin sevgilisi unvanına sahip olan Hz. Üsame, durumu peygamberimize arz eder. Bu istek karşısında Peygamberimizin cevabı çok sert ve nettir: “Sen kötülükleri önlemek üzere Allah’ın koymuş olduğu cezalardan bir cezanın affı hakkında mı benimle konuşuyorsun! Sizden önceki insanları helak eden, ancak, onların içlerinden şerefli ve soylu birisi hırsızlık ettiği zaman onu cezasız bırakmaları, içlerinden fakir ve zayıf biri hırsızlık edince de onun hakkında ceza uygulamaları idi. Vallahi, hırsızlığı sabit olan Mahzum kabilesinden Fatıma değil, kızım Fatıma bile olsa, ayırım yapmaz ve cezasını verirdim!”
Hz. Muhammed’in dinin hükümlerine bağlılığı hususunda ne kadar anlatsak azdır. Bu konuda özel bir kitap yazılabilir. Biz bu işin detayını siyer kitaplarına havale ediyor ve şunu soruyoruz: Bu zatın, getirdiği dinin bütün emir ve yasaklarına son derece titiz bir şekilde tabi olması ve zerre miktar haddi aşmaması, O’nun peygamberliğinden başka ne ile izah edilebilir? Müşrikler, O’na davasından vazgeçmesi için her türlü imkânları sundular. “Gel, bize reis ol. İstediğin kadınlar senin olsun. Ne kadar mal mülk istiyorsan verelim. Yeter ki dininden vazgeç.” dediler. Ama O bu tekliflere karşı: “Bir elime Güneş’i, diğer elime Ay’ı verseniz, ben bu davadan yine de vazgeçmem.” dedi.
Şimdi şunu bir düşünün: Eğer bu zat Allah’ın peygamberi olmasaydı ve amacı dünyayı ele geçirmek olsaydı bu teklifi kabul etmez miydi? Ama kabul etmedi ve ömrünün tamamını, getirdiği dinin hükümlerini yaşamakla ve zahmetle geçirdi. Düşmanları bile bu zatın kemalini kabul edip doğruluğunu tasdik ediyorlardı. Tarihi bütün kaynaklar, bu zatın, getirdiği dinin bütün emirlerine herkesten ziyade itaatkâr olduğunu bizlere nakletmektedir.
Tamam, bu zatın dinin bütün emirlerine uyduğunu kabul ediyorsunuz. İyi de, bu emirleri kendisinin uydurup, sonra da onlara tabi olması mümkün değil midir diye bir soru sorabilirsiniz? Hayır, asla mümkün değildir. Zira dinin bu emirlerinde nefse ağır gelen birçok hükümler var. Her gün 5 vakit namaz kılacaksın. Yılda bir ay oruç tutacaksın. Malının belli bir bölümünden zekât vereceksin… Böyle emirler yanında, ayrıca nefsin hoşuna giden içki yasak, zina yasak, kumar yasak ve daha birçok şey yasak…
Bir insan, nefsi için ortaya çıkmışsa, niçin nefsin istediği her şeyi kendine haram edip, nefsin hoşlanmadığı her şeyi kendine farz telakki etsin. Yani hayatını niçin devamlı bir mücadele ile geçirsin? Eğer bu zat -hâşâ- nefsi için ortaya çıkmış olsaydı, bu durumda getirmiş olduğu dinin bütün hükümleri nefsin arzuladığı şeyler ile dolu olurdu. Ama vakıa bunun tam tersi… İşte bu durum da ispat eder ki, bu zat kendi başına ve kendi nefsi için ortaya çıkmamıştır. O, Allah’ın peygamberidir ve O’nun emir ve yasaklarına tabi olmaktadır.
Ek olarak agnostik Yahudi olan araştırmacı Lesley Hazleton’un Peygamber efendimiz (s.a.v) e ilk vahiy geldiği andaki müthiş bir tespitini zikretmek istiyoruz: Bayan Lesley Hazleton şöyle diyordu:
“Hira dağındaki o gecede benim ilgimi olanlar değil, olmayanlar çekti. İşin özü o gece olmayan olaylarda. Mesela ne olmadı? Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) dağdan sevinçle mutlu mesut inmedi. Şehre ulaşınca yaşasın ben peygamber oldum demedi. Ya da şehre girerken ona ışık huzmeleri eşlik etmedi. O akşam tam da her normal insanın vereceği tepkiyi verdi. Çok korktu kafası karıştı. Kendini eve kapattı. Kimse ile konuşmadı. Hatta bu yaşadıklarını bir daha yaşamamayı umdu…” yani Hazleton’un dikkat çektiği nokta şu:
‘ Kesin olan şey şu ki; Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) o gece o mağarada ”ilk vahiy” olgusunu tecrübe etti. Yani Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) ilk tepkilerine bakarsak ilk vahiy olayı kesinlikle uydurma değil.’’
İşte hadiseye objektif olarak bakabilen agnostik bir Yahudinin tespitleri bunlar.
Bir düşünün! Davası uydurma olan birisi ilk vahyin korkusu ile kendini saklamaya mı çalışırdı? Yoksa ”Ey ahali bana tabi olun ben peygamberim mi?” derdi. Elbette davası uydurma olan bir insan kendisini asla saklamaz hira dağından inerken sevinç çığlıkları atarak ben peygamberim bana tabi olun derdi. Ama böyle yapmadı zira o ilk defa yaşadığı bu olay ve vahyin ağırlığı ile kimseyle görüşmek istememişti. Evine geldiğinde karşılaştığı hâdisenin azameti ve haşyeti karşısında âdeta konuşamaz hale gelmişti. Kendisini merak içinde karşılayan vefakâr zevcesi Hatice-i Kübrâ’ya sadece, “Beni örtünüz! Beni örtünüz!” diyebilmişti. Yani bayan Hazleton’un ifadesiyle her normal insanın vereceği tepkiyi vermişti. Onun sadece ilk inen vahiy karşısındaki tepkisine bakanlar bile, ona inen vahyin tamamen gerçek ve asla yalan olamayacağını ifade etmekten kendilerini alamamıştır.