4- İnanç ve adetleri değiştirmesindeki muhteşem icraat
Küçük bir topluluk düşünün… Bu topluluk son derece inatçı ve âdetlerine son derece bağlı bulunsun ve bu âdetler onların damarlarına kadar karışıp benliklerine işlemiş olsun. Siz de -faraza- böyle bir toplulukta büyük bir hâkimsiniz. Acaba büyük bir hâkim olmakla birlikte, çok çalışıp gayret göstererek bu küçük ve inatçı kavimdeki kaç âdeti değiştirip yerlerine güzel ahlâkı tesis edebilirsiniz?
Bu soruya cevap vermeden önce şunları da bir düşününüz!
Bir baba, öz evladındaki kötü bir ahlâkı onlarca nasihatine rağmen bazen değiştiremiyor.
Bir öğretmen, o kadar çabasına rağmen bazen bir öğrencinin köt ü ahlâkını yok edemiyor.
Bunca kanun koyucu, şiddetli cezalara rağmen hırsızlık gibi bir suçu önleyemiyor.
Bir doktor, sigara gibi küçük bir alışkanlığı bir tiryakiye bıraktıramıyor. Hayati tehlikesi olduğunu söylemesine rağmen sigaradan onu vazgeçiremiyor.
Hatta nice padişahlar gelmişler, o kadar kuvvet ve ihtişamlarıyla, ufak tefek adetleri kaldıramamışlar. Ne kadar yasaklasalar ve ceza verseler de o işin önüne geçememişler.
Şimdi, acaba siz büyük bir hâkim olsaydınız, inatçı ve âdetlerine son derece bağlı küçük bir topluluktan kaç âdeti, ne kadar zamanda kaldırabilirdiniz?
Evet Büyük bir hâkim, inanç ve adetlerine bağlı küçük bir topluluktan, küçük bir âdeti ve zayıf bir hasleti kolaylıkla kaldıramaz.
Peki siz bir zatı görseniz: Hâkim değil. Maddi hiçbir imkânı ve zorlayıcı hiçbir kuvveti yok. Hem öyle bir kavim ki, bu kavim hem gayet kalabalık, hem de inanç ve adetlerine son derece bağlı. Hatta bu inanç ve adetler onların ikinci fıtratı olmuş.
Şimdi, hâkim olmayan ve zorlayıcı hiçbir kuvveti bulunmayan bu zat, bu kavmin inançlarını tamamen değiştirse; onların kötü ahlâklarını yok edip, yerlerine en güzel ahlâkı tesis etse ve bunu çok kısa bir zamanda yapsa, bu zatın harikulade bir zat olduğundan şüphe eder misiniz?
İşte Hz. Muhammed (sav) bunu yapmıştır. O, küçük bir kuvvet ve küçük bir himmetle, asırlarca devam eden birçok büyük âdeti, hem de inatçı ve âdetlerine aşırı derecede bağlı bir kavimden, az bir zamanda kaldırmış ve yerlerine öyle yüksek bir ahlâkı yerleştirmiştir ki, bunun tarihte emsali yoktur.
Öyle bir asırdan bahsediyoruz ki, vahşetin en kötüsü sıradan bir adet gibi işleniyor: Kızlar diri diri toprağa gömülüyor…
Bu gömme işlemindeki metotlardan birinde bu işi bizzat anne yapıyor. Şöyle ki: Nikâh sırasında verilen karara göre, anne doğumunu, çölde açılan bir çukurun yanında gerçekleştiriyor. Çocuk eğer erkek ise kundaklayıp alıyor, fakat kız doğduğu takdirde hemen çukura atıp üzerine toprak dolduruyor ve kabilenin diğer kadınları da bu olaya tanıklık ediyorlar.
En yaygın uygulama ise, kız çocuğunun yedi yaşına geldiğinde öldürülmesi… Baba, anneye ölüm şifresini, “Kızı hazırla da dayısına götüreyim.” şeklinde veriyor. Hiçbir şeyden haberi olmayan zavallı kız çocuğu, en güzel elbisesini giyip süslendikten sonra babasının elinden tutarak çöle doğru yol alıyor. Bir akraba ziyaretinin sevinci ve neşesiyle…
Daha önceden hazırlanmış ölüm kuyusunun başına geldiklerinde, baba bir şey arıyormuş gibi kuyuya eğiliyor, onunla beraber 7 yaşındaki masum kız da… Sonra kendi babası tarafından bir çöl kuyusuna savrulan kız çocuğunun feryatları… Ve babanın, çocuğunun üzerini toprakla doldurması… Tarihler Asım oğlu Kays isminde bir bedevinin bu vahşeti tam 12 kez tekrarladığını anlatıyor.
Bir kısım ana-babalar ise, kız çocuğunun utancıyla yaşamayı seçiyor ve nesiller bu şekilde devam ediyor.
Şimdi bir düşünün, bir anne, bir baba, kızını diri diri toprağa gömebiliyor. Böyle bir vahşet ve böyle bir merhametsizliğin hâkim olduğu zamanda, Hz. Muhammed (sav) peygamber olarak gönderiliyor. Ve çok kısa bir zaman sonra bu kavim, bir karıncayı incitemeyecek derecede merhamete sahip oluyor. Adeta her biri bir şefkat kahramanı kesiliyor. Acaba böyle ruhî, kalbî, vicdanî bir inkılâp hiçbir kanuna tatbik edilebilir mi?
Bu emsalsiz icraatın sahibi olan zatın peygamberliğini nasıl kabul edilemez? Ve bu kabul edilmediğinde O’nun bu icraatını neyle izah edilebilir?
İslam öncesi Arap toplumunun vahşet düzeyi için söyleyeceğimiz her söz eksik ve her örnek yavan kalır. Ama bu vahşeti biraz daha iyi anlayabilmek için devam etmeliyiz ta ki Hz. Muhammed S.a.v in bu toplumda yaptığı o muhteşem inkılabı daha iyi anlayalım.
Savaş ve baskınlarda esir alınan insanlar ya satılıyor ya da zevk için diri diri yakılıyor.
Suçun kişiselliği diye bir kavram bilinmiyor. Suçlu yakalanamamışsa, ceza ele geçen yakınlarına veriliyor.
Boğarak öldürme gibi suçlarda hem suçlu hem de onun yakınlarından üç kişi daha öldürülüyor. Bu gibi uygulamalar da doğal olarak kan davalarını başlatıyor. Kan davaları her yeri kuşatmış…
Ölmek üzere olan biri, eğer 50 kişiyi kendi yerine öldürmeyi adamışsa, bu adak onun yakınları için mutlaka yerine getirilmesi gereken bir şart oluyor. Ve bir kişiye karşılık elli kişi öldürülüyor.
Hayvanlar canlı canlı kesiliyor ve etleri bu şekilde yeniliyor. Kanları akıtılarak olduğu gibi içiliyor. Bazen de kan önce kaynatılıp, bazı tatlandırıcı bitkiler de üzerine eklenerek içiliyor. İçecekleri kan olan bir kavimden bahsediyoruz…
Çıplaklık yaygın ve ayıp kabul edilmeyen bir olay… Yol ortasında ihtiyaç gidermek, herkesin gözü önünde yıkanmak, mahrem yerlerinin açılmasına aldırmamak normal kabul ediliyor. İbadetler bile bu sapkınlıktan nasibini almış. “İçinde günah işlediğimiz elbiselerle Tanrımıza ibadet edemeyiz.” anlayışıyla Kâbe’de anadan doğma tavaf ediliyor.
İçki alışkanlığı o boyutlara varmış ki, lisanlarında hepsi de içkiyi ifade etmek üzere kullanılan kelimelerin sayısı 100’ün üzerinde.
Kumara gelince, böyle bir toplumsal çürüme içerisinde kumarın da müstesna bir yeri olacağı belli. Bazıları her şeyini kaybettikten sonra son olarak kendini oyuna koyuyor ve o kez de kaybettiği takdirde kazanan tarafın kölesi haline geliyor. Yani köle olma kabullenilerek kumar oynanıyor…
Putperestlik son derece hâkim… Mekke dışına çıkması gereken biri, şehrine ve Kâbe’ye duyduğu bağlılığın eseri olarak yanında Kâbe duvarından alınmış bir taş götürüyor. Sonraları dışarıdan başka taşlar da Mekke’ye getirilmeye başlanıyor, Kâbe bunlarla dolu…
Araplar şeklini beğendikleri her taşa “Bu bizim Tanrımızdır.” diyerek tapınıyor. Daha güzelini bulduklarında ise eskisini bırakıp onu Tanrı yapıyorlar. Kazara çölde putsuz kaldıkları zaman koyun sütüyle çöl kumunu harç yaparak güneşte kurutuyor ve ona tapınmaya başlıyorlar. Ya da uzun yolculuklara çıkacakları zaman küçük heykelcikler şeklinde un helvası yapıp, yol boyunca onlara tapınıyor ve yiyecekleri tükendiğinde ise oturup o helvadan Tanrıları yiyorlar.
Yanlarında taşıdıkları oyulmuş Tanrıları -kazara- deveden düşürdükleri zaman da inip almaya üşeniyor ve birbirlerine “Tanrınız düştü, kendinize yeni bir tanrı bulun.” diyorlar.
Mola verdikleri yerde ilk iş olarak dört tane iri taş buluyorlar. Bu taşlardan üçünü ocak yakmakta kullanıp, en güzel olanını da başköşeye oturtuyor ve Tanrı olarak etrafında tavaf ediyorlar.
Her evin putu başka başka… Aile üyeleri evden çıkarken son olarak putlarını selamlıyor ve geri döndüklerinde de ilk iş olarak yine puta saygılarını sunuyorlar. Bir de kabilelerin ortak putları var ki, bunlar genellikle Mekke’de Kâbe civarında. Sayıları 360’tan fazla.
İnanç biçimleri bütünüyle saçma… Ölünün mezarına bir deve bağlayıp hayvan açlıktan ölünceye kadar orada tutuyorlar. Sözde, Kıyamet günü ölü mezardan kalkınca o deveye binecek!
Kuraklık zamanlarında ise, bir ineğin kuyruğuna bir demet çalı bağlayıp tutuşturarak ineği dağlara salıyorlar ve böylece yağmurun yağacağına inanıyorlar.
Konumuzun odak noktası, o asırda Arapların durumu olmadığından bu kadar örneğin bir nebze de olsa o asrın durumunu anlamaya yeteceğini düşünüyoruz. Tüm tarih ve siyer kitapları o asrın resmini bizlere böyle çiziyor.
Şimdi soruyoruz: Evlatlarını diri diri toprağa gömebilecek kadar merhametsiz, her türlü kötü ahlâkı icra edebilecek kadar vahşi ve batıl adetlerde mutaassıp olan o asrın insanları, Hz. Muhammed (sav)’in dersiyle ve terbiyesiyle, kısa bir zamanda öyle bir değişime uğradılar ki, âleme rehber ve muallim; insanlara mürşid ve imam oldular. Acaba böyle harikulade icraatı yapabilen bir zatın, Allah’ın peygamberi olmamasına hiç imkân ve ihtimal var mıdır?
Bu öyle bir hadisedir ki O zatın peygamberliğine başlı başına bir delildir ve tarihte böyle bir inkılâbı kimse yapamamıştır. Batılı bilim adamları ve bir çok filozof dahi dahi bu noktada ittifak etmiş ve Hz. Muhammed (sav)in kemalini ve alemde yapmış olduğu bu müthiş inkılabı kabul etmiştir. Kimsenin yapamadığını yapan bu zat, eğer peygamber değilse nedir?
Bizler bir çocuğa bile sözümüzü geçiremezken Hâlbuki bu zat, düşmanlarına bile sözünü geçirmiş ve onları kendine itaat ettirmiş. Kalplerinin sevgilisi ve akıllarının muallimi olmuştur. Onlardan kötü ahlakı def etmekle kalmayıp yerine en güzel ahlakı tesis etmiştir.
Hz. Muhammed (s.a.v)in alemde yaptığı bu inkılabı görmeyenlere ve peygamberliğini kabul etmeyenlere sesleniyoruz.
Haydi en büyük filozoflardan yüz taneyi seçip o asra gidiniz ve orada ahlâkın ve mâneviyatın inkişafı hususunda çalışınız. Muhammed-i Arabînin (a.s.m.) o vahşetler zamanında o vahşî bedevîlerde yaptığı bu icraatı, sizin filozoflarınız, şu medeniyet ve terakkiyat devrinde yüzde bir nisbetinde yapabilirler mi?
Asla yapamazlar. Çünkü Hz. Muhammed (s.a.v)in yaptığı bu muhteşem icraat, ilahidir ve onun en büyük mucizelerinden biridir.