Kâinat kitabı okunmak için yazılmıştır.
Bir kitap niçin yazılır? Elbette okunması için.
Peki, bir resim niçin yapılır? Elbette temaşa edilmesi için.
Ya da bir sergi niçin açılır? Elbette seyirciler için.
O hâlde diyebiliriz ki, okunmayacak bir kitabı yazmak, temaşa edilmeyecek bir resmi yapmak ve seyircisi olmayacak bir sergiyi açmak abestir ve hikmetsizliktir.
Peki, şimdi sorsak: Son derece hikmet sahibi bir zatı görseniz ki bir kitap yazmış… Acaba o kitabın okunacak olmasından hiç şüphe eder misiniz? Elbette ki hayır! Çünkü o zatın hikmeti, okunmayacak bir kitabın yazılmasına müsaade etmemektedir. Madem kitabı yazmıştır, o hâlde elbette onu okutacaktır.
Ya da son derece hikmet sahibi bir zatı görseniz ki mükemmel bir resim yapmış… Acaba bu resmin başkaları tarafından temaşa edilecek olmasından hiç şüphe eder misiniz? Elbette hayır! Çünkü bu zatın son derece hikmet sahibi olması, temaşa edilmeyecek bir resmi yapmasına müsaade etmemektedir. Madem yapmıştır, elbette temaşa ettirecektir.
Ya da son derece hikmet sahibi olan bir zat bir sergi açsa, hiç mümkün müdür ki bu sergiyi seyircisiz bıraksın? Elbette bırakmaz! Çünkü sergi seyirciler için, orada tenezzüh edecek olanlar için kurulur. Onlar olmadan serginin bir kıymeti yoktur. Ve onlar olmazsa, bu sergilerin açılması ve bu çarşıların kurulması abesle iştigaldir. Elbette o zatın hikmeti, böyle abesle iştigaline müsaade etmeyecektir.
O hâlde bütün bu mütalaalardan şu neticeye varabiliriz ki:
– Hikmetli bir zatın yazdığı kitap, mütalaa edicilerin;
– Yaptığı resim, temaşa edicilerin;
– Ve açtığı sergi de seyircilerin varlığını gerektirir ve iktiza eder.
Aynen bunun gibi bu dünya ve şu âlem dahi hikmetle yazılmış bir kitaptır. Sanatla yapılmış bir resimdir. Misafirlerin yolları üzerinde kurulmuş bir çarşı ve seyirciler için açılmış bir sergidir.
Elbette bu âlem kitabını okuyacak, mütalaa edecek ve manalarını tefekkür edecek varlıklara ihtiyaç vardır. Mesela şimdi beraber bir çiçek kitabını okuyalım. Bakalım onun kâtibi onda neler yazmış, hangi isimlerini tecelli ettirmiş?
– Bir çiçek topraktan çıkması ile Allah’ın “Bâis” ismine,
– Çekirdeği yarmasıyla “Fâlik” ismine,
– Rengârenk boyanmasıyla “Mülevvin” ismine,
– Süslenmesiyle “Müzeyyin” ismine,
– Bir derece hayata sahip olmasıyla “Muhyi” ismine,
– Şekliyle “Musavvir ve Bâri” isimlerine,
– Beslenmesiyle “Rezzak, Rahman, Kerim, Mün’im, Mukît gibi isimlere,
– Diğer emsali çiçeklere benzemesiyle “Vâhid, Ehad, Ferd” gibi isimlere,
– Yaratılmasıyla “Hâlik” ismine,
– Ölümüyle “Mümit” ismine,
– Birçok menfaatin kendisine takılmasıyla “Hakîm” ismine,
– Temizliği ile “Kuddûs” ismine ve saymakla bitiremeyeceğimiz onlarca isme mazhardır.
Yani bir çiçek kitabında böyle onlarca isim yazılmıştır. Âdeta o kitap, esma-ül hüsnanın bir kasidesi hükmündedir. Hangi satırına, hangi kelimesine baksanız bir ismin yazılı olduğunu görürsünüz.
Peki, kaidemiz neydi?
Kaidemiz şuydu: Bir kitap, okunmak için yazılır. Okuyucusu olmayan bir kitabı yazmak abestir ve hikmetsizliktir. Madem her kitap okunmak, mütalaa edilmek ve tefekkür için yazılır. O hâlde hikmetle yazılmış bu çiçek kitabını kim okuyacak, kim mütalaa edecek ve onda yazılmış olan ilahî isimleri kim tefekkür edecek?
İnsanlar ve cinlerin bu vazifeyi hakkıyla yapamadıkları ve yapamayacakları aşikârdır. Bir de denizlerin dibinde, toprağın içinde ve semavatın kandillerinde yazılan kitapları düşünün! İns ve cinnin nazarları bile oralara ulaşamaz. Nerede kaldı oralarda yazılmış kitapları okusun, mütalaa ve tefekkür etsin!
O hâlde meleklerin varlığını inkâr edebilmek için:
1- Hâşâ binler defa hâşâ! Allah’ın hikmetini inkâr etmek ve Allah’ın –hâşâ- abesle iştigal ettiğini kabul etmek gerekir. Bu kabul edildiğinde ise, her biri binlerce hikmetle yaratılmış olan şu mahluklar ve menba-ı hikmet olan şu kâinat, parmaklarını bu kişinin gözüne sokar; kör olası gözünü çıkarır.
2- Âlemdeki kitapları inkâr etmek gerekir. Çünkü kitap olmazsa, okumak ve tefekkür vazifesi de olmaz. Yani meleklerin varlığına ihtiyaç kalmaz. Bu ise, bu kâinatı ve içindeki eşyayı inkâr etmek ve kendi vücuduyla beraber her şeyin hayal olduğunu kabul etmekle mümkündür. Bunu kabul etmek de insanın, aklını başından atmadığı müddetçe mümkün değildir. O hâlde geriye tek seçenek kalıyor ki, o da, yazılan bu hadsiz kitabı okuyacak, mütalaa edecek ve onlardaki manayı tefekkür edecek meleklerin ve ruhanilerin varlığını kabul etmektir. Bu, kitapların vücudu kadar kat’idir ve kesindir.
Âlemin kendisi ve içindeki her bir eşya bir cihette kitap olup, okuyucular ve tefekkür edicileri istediği gibi, diğer bir cihetten de her şey, sanatla yapılmış bir resimdir ve bir tablodur. İşte kuşlara bakın! Nasıl farklı farklı renklerde boyanmış. Bazen bir kuşa 7-8 farklı renk vurulmuş. İşte kelebeklere bakın! Nasıl da ziynetlendirilmiş ve süslendirilmiş. İşte ağaçlar! Nasıl da hepsi çiçeklerle, yapraklarla ve meyvelerle güzelleştirilmiş. Bunları gördükten sonra hiç meleklerin varlığından şüphe edilebilir mi?
Basit bir resim bile seyir ve temaşa edeceklerin varlığını isterse ve temaşa edenler olmadığında o resmin yapılması abes olursa; hiç mümkün müdür ki, şu son derece sanatlı resimler hükmünde olan âlem ve içindeki eşya, seyircilerin ve temaşa edicilerin vücudunu istemesin? Elbette isteyecek!
Peki, bu vazifeyi insanların ve cinlerin hakkıyla yaptığını söylemek mümkün müdür? Nerede..! Bırakın insanların gözü önündeki resimleri temaşa etmesini, ilk önce insanlar bu kâinatın kaçta kaçını görebiliyorlar ki temaşa vazifesini hakkıyla yerine getirebilsinler! Zaten gördüklerini de gaflet sebebiyle seyredemiyorlar. O hâlde bu müstesna resimleri ve sanat eserlerini daima seyredecek ve temaşa edecek varlıklara ihtiyaç yok mudur? Elbette vardır ki, bunlar da melekler ve ruhanilerdir.
Madem bir resim temaşa edilmesi için çizilir ve temaşa eden olmaksızın bir resmi çizmek hikmete uygun değildir. Herhâlde Allah da çizmiş olduğu bunca resmi seyircisiz bırakmayacak ve onları meleklere seyrettirecektir. Bunu inkâr edebilmek için:
1- Âlemdeki bu resimleri ve sanat eserlerini inkâr etmek,
2- Ya da bu sanat eserlerinin sahibi olan Allah’ı –hâşâ- hikmetsizlikle itham etmek gerekir ki, bu iki şık ta mümkün değildir.
O hâlde geriye tek bir şık kalıyor ki, o da, bu âlemdeki her bir eşyayı böyle müstesna bir sanat eseri hükmünde yapan Allah-u Teâlâ, elbette bu resimleri temaşa edip “maşallah, bârekallah, ne güzel yapılmış!” diyerek kendisini ve sanatını takdir edecek, tahsin edecek varlıkları yaratacaktır. Zira yaratılışın en yüce gayesi budur. Bu vazifeyi yapacak olanlarda meleklerden ve ruhanilerden başkası değildir.
Âleme bir kitap nazarıyla baktığımızda, nasıl onu okuyup mütalaa edecek ve ondaki manaları tefekkür edecek meleklerin varlığı lazımdır! Ve yine âleme sanatlı bir resim gözüyle baktığımızda, nasıl o resmi temaşa edip sanatkârını takdir ve tahsin edecek meleklerin varlığı gerekmektedir! Aynen bunun gibi, bu âleme bir çarşı ve sanat eserlerinin bir sergisi gözüyle baktığımızda da bu çarşıyı şenlendirecek ve bu sergide seyir ve gezinti yapacak meleklerin varlığı gerekmektedir.
Sözün özü: Allah-u Teâlâ’nın bu kâinatı had ve hesaba gelmeyen ince sanatlarla, mükemmel tezyinatla, manidar güzelliklerle ve hikmetli nakışlarla süslendirmesi; apaçık bir şekilde tefekkür edicilerin, beğenip takdir edicilerin nazarlarını ister, vücutlarını talep eder.
Evet, nasıl ki güzellik bir âşık ister. Öyle de şu nihayetsiz güzel sanat dahi, âşıkları olan melaike ve ruhanilerin varlığını ister.
Madem bu nihayetsiz sanat eserleri, nihayetsiz bir tefekkürü ve ibadeti istiyor. İnsanlar ve cinler ise şu nihayetsiz vazifeye, sonsuz tefekküre, geniş ibadete ve şu hikmetli nezarete karşı milyonda birini ancak yapabiliyor. O hâlde bu nihayetsiz ve çok çeşitli olan vazifelere ve ibadete, nihayetsiz meleklerin nevileri lazımdır ki, büyük bir mescid hükmünde olan şu kâinatın safları onlarla doldurulsun ve şenlendirilsin.
Evet, şu kâinatın her bir yerinde meleklerden ve ruhanilerden birer taife tefekkür ve diğer ibadetlerle vazifelenmiş olarak bulunurlar. İzn-i ilahî ile bu âlemi seyredip tefekkür ederler. İnsan ve cinlerin yapamadığı birçok vazifeyi yaparlar.