Allah’ın varlığını ispat eden bütün deliller aynı zamanda meleklerin varlığını da ispat ederler.
Allah’ın varlığını ispat eden bütün delilleri, meleklerin varlığını ispat için kullanmamız mümkündür ve doğrudur. Zira madem Allah vardır, o hâlde meleklerin varlığı da zaruridir. Şöyle ki:
Hiç mümkün müdür ki, bu kâinatın sahibi olan Allah-u Teâlâ mahluklarını yüz bin dillerle konuştursun, onların konuşmalarını işitsin, bilsin de kendisi konuşmasın. Hâşâ! Çünkü konuşmamak kusurdur. Allah ise kusurdan mukaddestir, münezzehtir. O hâlde madem konuşacak, elbette konuşmasına muhatap olacak melekleri de yaratacaktır. Zira Allah-u Teâlâ insandan olan peygamberleriyle de melekleri vasıtasıyla konuşmuştur. Demek Allah’ı ve kelam sıfatını ispat eden bütün deliller, aynı zamanda O’nun kutsi hitabına mazhar olan meleklerin varlığını da ispat etmekte ve zaruri kılmaktadır. Allah’ın kelamının mahiyetini bilmek ise Allah’a mahsus olup, keyfiyeti bizce meçhuldür.
Hem hiç akıl kabul eder mi ki, Allah-u Teâlâ bu kâinatı yaratsın da kâinattaki ilahî maksatlarını bir ferman ile bildirmesin? Ve âlemin muammasını açacak olan “Mahlukat nereden geliyorlar ve nereye gidiyorlar ve niçin böyle kafile kafile gelip bir parça durup göçüyorlar?” diye üç dehşetli suale hakiki cevap verecek Kur’an gibi bir kitabı göndermesin? Hâşâ! Elbette gönderecek. O hâlde madem gönderecek ve göndermiş. Elbette bu gönderme işinde vasıta olacak melekleri de yaratmıştır. Demek Allah’ı ve kitaplar göndermesini ispat eden bütün deliller aynı zamanda meleklerin varlığını da ispat etmekte ve vücudlarını zaruri kılmaktadır.
Hem hiç mümkün müdür ve hiç akıl kabul eder mi ki, Cenab-ı Hak bu kâinatı isimlerinin tezahürü için böyle sermedî bir kitap hükmüne getirsin, bir sayfasında bir kitap kadar, bir satırında bir sahife kadar, bir kelimesinde bir satır kadar ve bir harfinde bir kelime kadar manaları dercetsin de bu kitaptaki manaları hakkıyla okuyacak melekleri yaratmasın? Kitabını okunmaktan ve manaları anlaşılmaktan mahrum bıraksın? Hâşâ, yüz bin defa hâşâ! Demek, Allah’ın varlığı ve bu âlemin yaratılış gayeleri meleklerin varlığını gerektirmektedir.
Hem hiç mümkün müdür ki, Cenab-ı Hak şu âlemi öyle muhteşem ayetlerle, manidar nakışlarla tezyin edip bir mescit hükmüne getirsin ve her bir köşesinde bir taifeyi, bir nevi ibadetle iştigal eder bir şekilde yaratsın da bu mescidin odaları hükmünde olan yıldızları âbidsiz ve zâkirsiz bıraksın?
Hem hiç mümkün müdür ki, Cenab-ı Hak rahmetinin güzelliğini, şefkatinin hüsnünü, rububiyetinin kemalini göstermek, insanlar ve cinleri şükre ve hamde sevk etmek için, bu kâinatı böyle bir ziyafetgâh ve seyrangâh olarak yaratsın ve hadsiz nimetlerini çeşit çeşit içinde dizsin de o ziyafetgâhtaki misafirleri ile elçileri vasıtasıyla konuşmasın? Şükür, hamd ve ibadet vazifelerini onlara bildirmesin? Ve o elçiler de meleklerden başkası olsun? Hâşâ! Demek Allah’ın varlığını ispat eden ve insanların Allah’a karşı şükür, hamd ve ibadet vazifeleri olduğunu ispat eden bütün deliller meleklerin varlığını gerektirmekte ve vücudlarını ispat etmektedir.
Hem hiç mümkün müdür ki, bir sanatkâr sanatını sevsin, beğendirmek istesin, takdir ve tahsinlerle karşılanmayı arzu etsin ve her bir sanatıyla kendini hem tanıttırmak, hem sevdirmek, hem bir çeşit manevi güzelliğini göstermek isteyip kâinatı bu tarzda antika sanatlarla süslendirsin de kâinattaki hayat sahiplerinin kumandanları olan insanların büyüklerinden bir kısmı ile elçileri vasıtasıyla konuşup sanatının kemalinden haber vermesin? Güzel sanatlarını takdirsiz ve güzel isimlerini tahsinsiz ve tanıttırmasını ve sevdirmesini mukabelesiz bıraksın? Hâşâ, yüz bin defa hâşâ! Demek, Allah’ın varlığını ve bu âlemi icadındaki hikmetleri ispat eden deliller aynı zamanda meleklerin varlığını da ispat etmektedir.
Hem hiç mümkün müdür ki, zeminin yüzünü mütemadiyen hayat sahipleriyle doldurup boşaltan ve kendini tanıttırmak, ibadet ve tesbih ettirmek için bu dünyamızı şuur sahipleriyle şenlendiren bir Sultan-ı Zülcelâl, semavatı ve yıldızları boş ve kimsesiz bıraksın? Onlara münasip ahaliyi yaratıp, o semavi saraylarda iskân ettirmesin? Ve saltanat-ı rububiyetini en büyük memleketinde hademesiz, haşmetsiz, memursuz, elçisiz, yaversiz, nâzırsız, seyircisiz, âbidsiz, bıraksın? Hâşâ, melekler sayısınca hâşâ!
Hem hiçbir cihette imkânı var mı ki? Allah-u Teâlâ bu kâinattaki hadiseleri öyle bir şekilde hıfzeder ki, her bir ağacın bütün tarihçe-i hayatını çekirdeklerinde kaydeder. Her bir otun ve çiçeğin bütün vazifelerini tohumlarında yazar. Her bir şuur sahibinin bütün hayat macerasını hardal gibi küçücük hafızasında gayet mükemmel hıfzeder. Bütün mülkünde ve saltanatında cereyan eden her ameli ve her hadiseyi muhafaza edip kaydeder. Ve adalet, hikmet ve rahmetinin tecellileri ve tahakkukları için koca cennet ve cehennemi, sıratı ve mizan terazilerini yaratır. Acaba mülkündeki küçük-büyük, âli-âdi, kıymetli-kıymetsiz her şeyi hıfzeden böyle bir sultanın, insanların kâinatı alakadar eden amellerini yazdırmaması ve ceza ve mükâfat için fiillerini kaydettirmemesi mümkün müdür? Hâşâ, kaderin levh-i mahfuzunda yazılan harfler adedince hâşâ! Demek, Allah’a iman aynı zamanda bu vazifeyi yapacak olan meleklere imanı da içine almaktadır.
Hem hiç mümkün müdür ki, Allah-u Teâlâ hikmet sahibi olsun ve bu âlemi bu kadar hikmetlerle yaratıp, her şeyde bir nevi menfaat gözetsin ve faydaları takip etsin, hatta insanın et parçası hükmündeki bir ciğerine 400’den fazla vazife takmakla bu hikmetini göstersin de sonra o koca semayı boş bırakarak hikmetini inkâr ettirsin? Hâşâ, yüz bin defa hâşâ! Demek, Cenab-ı Hakk’ın hikmetini ispat eden bütün deliller aynı zamanda meleklerin de vücudunu ispat etmektedir. Çünkü semavatın boş ve kimsesiz kalması, bir cihette “içinde oturanı olmayan binalar yapmaya” benzemektedir ki bu, hikmetsizliktir. Hikmet sahibi bir zat binayı yaptıysa elbette orada iskân edecekleri de fiilini hikmetsizlikten kurtarmak için oraya getirecektir. Madem Allah-u Teâlâ da Hakîm-i mutlaktır, elbette yüksek binalar hükmündeki semavatı melekler ile dolduracak ve hikmetini inkâr ettirmeyecektir.
Hem yine hiç mümkün müdür ki, saltanatın haşmeti, ordular ile gözüksün ve gösterilsin de ezel ve ebedin sultanı olan Allah-u Teâlâ saltanatının haşmetini göstermek için meleklerden orduları yaratmasın, icad etmesin ve saltanatını haşmetsiz ve sönük bıraksın? Hâşâ ve kellâ! Demek, Allah’ı ve sultan ismini ispat eden bütün deliller aynı zamanda meleklerin de varlığını ispat etmektedir. Zira saltanatın haşmeti onlarsız gözükmez.
Allah’ı ispat eden bütün delillerin, aynı zamanda meleklerin varlığını da ispat ettiği meselesindeki izahları çoğaltmamız mümkündür. Ancak mesele anlaşılmış olduğundan daha fazla izaha gerek duymuyor ve netice olarak diyoruz ki: Allah’ın varlığını, isim ve sıfatlarını ispat eden bütün deliller aynı zamanda meleklerin varlığını da ispat etmekte ve onların vücudunu gerekli kılmaktadır.
O hâlde meleklerin varlığını ispat için şöyle bir söz söylesek: “Kâinatta nizam vardır, o hâlde melekler haktır ve hakikattir.” Yani kâinattaki nizamı ve intizamı meleklerin varlığına delil yapsak bu doğrudur. Zira madem âlemde nizam vardır, elbette bu nizamı kuran ve devam ettiren Allah vardır. Çünkü nizam, nezzamsız olamaz. Ve madem Cenab-ı Hak vardır, o hâlde yukarıda saydığımız ve sayamadığımız onlarca sebebin işaretiyle meleklerin varlığı da zaruridir.
O hâlde bu bahisteki son söz olarak, Allah-u Teâlâ’yı ispat eden bütün delilleri, güzel isimlerini gösteren bütün hüccetleri ve kutsi sıfatlarına işaret eden bütün burhanları delil göstererek deriz ki: Meleklerin varlığı haktır ve hakikattir!