Miraç

16. Allah bize her şeyden daha yakın iken miraca ne ihtiyaç vardır?

Bu dersimizde şu sorunun cevabını vereceğiz:

Kâf suresinin 16. ayet-i kerimesinde şöyle buyrulmuş:

وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ

Biz ona şah damarından daha yakınız. (Kâf 16)

Bu ayetin ifadesiyle, Allahu Teâlâ kullarına ve mevcudata her şeyden daha yakındır ve her mümin bulunduğu yerde Allah ile konuşabilir. Hâl böyle iken, niçin Hazreti Muhammed (a.s.m.) Allah ile görüşmek için bu kadar uzun bir seyahate gitti? Buna ne ihtiyaç vardı?

Bu soruya bir temsille cevap verip meseleyi akla yakınlaştırmaya çalışacağız:

Bir sultan düşünelim. Bu sultan geniş topraklara, büyük ve güçlü ordulara ve akıl almaz zenginliklere sahip olsun…

Bu sultanın, biri şahsi hayatı ve özel ilgileri, diğeri ise ülkenin yöneticisi olması hasebiyle iki farklı yönü vardır. O sultan mesela edebiyata ilgi duyuyor olsun. Bu sahada yetişmiş büyük bir şairle, hususi telefonuyla görüşüp sohbet ettiğinde bu sohbet hususidir; bütün memleketin sultanı olması cihetiyle değildir. Sadece “o kişinin sultanı olması” cihetiyle ve o sanata ilgi duyması hasebiyledir. Bu sohbetin meyvesi de yine o sohbete has kalır; başkalarını ilgilendirmez.

O sultanın devletin idaresini ilgilendiren bir konuda, yüksek bir makam sahibiyle, mesela bir veziriyle görüşmesinde ise durum çok farklıdır. Bu görüşme umumu ilgilendirmektedir ve neticesinde alınan kararlar da umuma tatbik edilir. Bu görüşmenin de çok mertebeleri vardır. Mesela o sultan falan şehrin valisiyle görüşüyorsa, bu görüşme “o şehrin sultanı olması” cihetiyle bir görüşmedir ve konuşmalar o şehrin meselelerine aittir. Ama sultan vezirle görüşüyorsa, bu görüşme “umum memleketin sultanı” unvanıyla bir görüşmedir. Bu görüşme, ülkenin büyük makam sahiplerinin de katıldığı azametli bir içtimayla yapılır. Alınan kararlar da bütün ahaliyi ilgilendirir.

Şimdi bu misal dürbünüyle hakikate bakalım:

Allahu Teâlâ bazı kullarıyla hususi bir şekilde konuşur. Bazı kullar, şahsi ibadetlerinde büyük bir titizlik gösterip, haramlardan ve günahlardan kaçınarak Allah’ın rızasına nail olurlar. Allah’ın böyle bir kulun kalbine ilhamda bulunması onunla bir nevi konuşmasıdır ve bu konuşma “o kişinin rabbi” unvanlıyladır. Bakın, “âlemlerin rabbi” unvanıyla konuşmuyor; “o kişinin rabbi” unvanıyla konuşuyor. Bu farkı çok iyi anlayalım!

Allahu Teâlâ’nın, kullarıyla farklı mertebede konuşmaları vardır. Mesela bir veli kul ilim ve irfanda yüksek mertebelere çıkıp insanlara hakkı anlatmakla vazifeli kılındığında, Allah’ın onunla konuşması “bulunduğu çevrenin rabbi” unvanıyladır. Bakın, yine “âlemlerin rabbi” unvanıyla konuşmuyor. “O çevrenin rabbi” unvanıyla konuşuyor ve oradaki insanlara faydalı olabilmesi için kendisine hem ilim hem de hikmet ilham ediliyor.

Allah’ın insanlarla konuşması -kemal mertebede- peygamberlerde tezahür eder. Bu tezahür de yine farklı derecelerde olur. Rivayetlerde yüz yirmi dört bin peygamberin gönderildiği beyan ediliyor. Bunların bir kısmı küçük bir kavmin irşadıyla vazifelidir ve Allah’ın onlarla vahiy yoluyla konuşması “o kavmin rabbi” olması unvanıyladır. Kitap sahibi peygamberlerde bu konuşma çok daha ileri derecede tahakkuk eder ama yine de zamanla ve o kavimle sınırlıdır.

Bu noktada en geniş daire ahir zaman peygamberliği dairesidir ve zaman olarak da kıyamete kadar devam edecek bir tebliğ ve irşad söz konusudur. Bu en geniş dairenin irşadıyla bütün enbiyanın sultanı olan Peygamberimiz (a.s.m.) görevlendirilmiş ve kendisine en büyük ve en son kitap olan Kur’an’la hitap edilmiştir.

Demek, Cenab-ı Hakk’ın Peygamberimizle miraçta konuşması “âlemlerin rabbi olması” unvanıyladır. Ve Peygamberimizin miraçta Allah’a muhatap olması “bütün insanların reisi ve imamı olması” cihetiyledir. Elbette böyle bir muhataplık için Peygamberimiz (a.s.m.) miraca çıkarılmış ve Allah’ın hitabına, makarr-ı saltanatında (saltanatının merkezinde) muhatap olmuştur.

Bediüzzaman Hazretleri miraç için, “Bütün kâinatın rabbi ismiyle, bütün mevcudatın hâlıkı unvanıyla, Cenab-ı Hakk’ın sohbetine ve münacatına müşerrefiyettir.” buyurmakla, Peygamber Efendimiz (a.s.m.)’ın bu yüksek derecesini çok güzel ifade etmiştir.

Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bütün kâinatı ve içindeki bütün mevcudatı temsilen miraca çıkmış; “bütün âlemlerin rabbi ve hâlıkı” unvanıyla Cenab-ı Hakk’ın sohbetine ve münacatına muhatap olmuştur.

Elbette ki her bir insan, kendi kalp telefonundan, kendi makamına göre rabbiyle konuşup ilhama mazhar olabilir. Ancak Allahu Teâlâ’ya “bütün âlemlerin rabbi” unvanıyla muhatap olmak, cemaline ve hususi sohbetine mazhar olmak çok başka bir şereftir. Bu şerefe de sadece Peygamber Efendimiz (a.s.m.) mazhar olmuştur.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu