Mezhepler

Niçin ictihad yapılamaz?

A- Çok şey söyledin, ama ben hâlâ “Niçin ictihad yapamıyorum?” kısmını anlamadım. Buna engel olan şey nedir?

B- Buna engel olan şey senin bu meseledeki yeteneksizliğindir. Şimdi niçin ictihad yapamayacağını sana farklı bir cihetten anlatacağım. Herhâlde inadın ancak bu şekilde kırılacak.

Her meslek dalında ‘bilgi birikimini’ ifade eden unvanlar vardır. Asistan, doktor, doçent yardımcısı, doçent, profesör gibi kavramlar bilgi birikimini ve bilgi yeterliliğini ifade eden unvanlardandır. Her meslekte bu tür unvanlar olduğu gibi, fıkıh ilminde de fıkıh âlimlerinin mertebe ve derecelerini bildiren unvanlar vardır. Her bir unvan o mertebedeki fıkıh âliminin bilgi seviyesini bildirmektedir. Fıkıh ilmindeki bu unvanlar ve bilgi mertebeleri yedi kısımdır. Bu mertebeler şunlardır:

1- Müctehid-i fi-ş şer mertebesi: Bu, mutlak müctehid olan âlimlerin mertebesidir. Bu âlimler dört delil olan Kur’an, sünnet, icma ve kıyastan hüküm çıkarmak için usul ve kaideler koymuşlar ve koydukları kaidelere göre hükümler çıkarmışlardır. İmam-ı Âzam, İmam Şafi, İmam Malik ve Ahmed İbni Hanbel Hazretleri bu tabakadaki âlimlerdendir.

2. mertebe müctehid-i fi-l mezheb tabakasıdır: Bunlar mezhepte müctehid olan âlimlerdir. Yani bunlar hüküm çıkarmak için usul ve kaideler koyamamışlar, ancak mezhep imamlarının koyduğu kaidelere göre dört delilden hüküm çıkarmışlardır. İmam Yusuf, İmam Muhammed ve benzerleri bu tabakadadır.

A- Yani şimdi İmam Yusuf ve İmam Muhammed ictihadın kurallarını belirleyememiş ve ictihad usulünde İmam-ı Âzam’ı mı taklit etmişler?

B- Evet. Hanefi mezhebinin o koskocaman allameleri İmam Yusuf ve İmam Muhammed usul-ü fıkıhta İmam-ı Âzam’ı taklit etmişler ve onun koyduğu usul kaidelerine göre ictihad yapmışlardır. Yoksa sen ne zannediyordun, bu iş bu kadar kolay mıydı?

Fıkıh âlimlerinin 3. mertebesi müctehid-i fi-l mesele tabakasıdır: Bunlar sadece bazı meselelerde ictihad yapabilen âlimlerdir. Bunlar mezhep imamının bildirmediği ve hakkında ictihad yapmadığı meselelerde, mezhebin usul ve kaidelerine göre hüküm çıkarırlar. Ancak bu hükmün mezhebin kaidelerine göre çıkartılması şarttır. İmam Tahavi, Ahmed b. Ömer, İmam Serahsi ve benzerleri fıkıh ilminin bu tabakasındadır.

A- Ne yani, şimdi İmam Serahsi mezhep imamının ictihad yaptığı bir konuda ictihad yapamıyor mu?

B- Evet, aynen öyle. İmam Serahsi gibi “Şemsü-l eimme” yani “İmamların Güneşi” lakabıyla meşhur bir âlim bile mezhep imamının ictihad yaptığı bir meselede kendi fikrini ileri süremiyor ve ictihad yapamıyor. Sadece mezhep imamının hakkında ictihad yapmadığı bir meselede o da mezhep imamının belirlediği usul ve kaidelere göre ictihad yapabiliyor. İşte bu din bu hassasiyet ile muhafaza edildi. Herkes kafasına göre hüküm verseydi bu din böyle indiği gibi muhafaza olur muydu? Acaba lakabı “İmamların Güneşi” olan İmam Serahsi Hazretleri ictihad yapamazken ve mezhep imamının sözünden dışarı çıkamazken, senin gibileri ne oluyor da ictihad yapmaya hevesleniyorsunuz?

Fıkıh âlimlerinin 4. mertebesi,  ashab-ı tahric tabakasıdır: Bunlar ictihad derecesinde olmayıp sadece müctehidlerin çıkardığı kısa ve kapalı bir hükmü açıklayan âlimlerdir. Bunlar delillerden hüküm çıkarmamışlardır. El-Cessas lakabıyla meşhur Ebu Bekr Ahmed b. Ali er-Razi bu tabakadaki bir âlimdir. Evet, meşhur el-Cessas sadece bir mukallid yani mezhep imamını birebir taklit eden bir âlim olup ictihad yapamamıştır. Merak ediyorum, acaba sen el-Cessas’tan daha mı âlimsin ki, onun yapamadığı bir işe cüret ediyorsun? Bil ki, bu cüretin cehaletinden ve cehaletin verdiği cesaretten geliyor.

A- Anlamakta zorlanıyorum ya! Benim kolayca yaptığım işi el-Cessas nasıl yapamaz? O nasıl bir mezhep imamına tabi olur?

B- Yapmadı ve yapamadı, çünkü o haddini biliyordu ve haddinden tecavüz etmiyordu. Ve hata yaparak Allah’ın gazabına maruz kalmaktan korkuyordu. Bu sebeple ictihad işini kendinden daha ehil olan ilk üç mertebedeki fakihlere bırakmıştı. Ama sen ve senin gibiler ne haddinizi biliyorsunuz ne de hata yaparım da Allah’ın gazabına uğrarım diye bir derdiniz ve endişeniz var. Aklınıza nasıl gelirse öyle konuşuyor, sözüm ona el-Cessasları bile geride bırakıyorsunuz!

Fıkıh âlimlerinin 5. mertebesi ashab-ı tercih tabakasıdır: Bunlar müctehidlerden gelen birkaç rivayet arasından birisini tercih edebilen âlimlerdir. Bunlar mukalliddir. Mukallid, taklit eden demektir. Ashab-ı tercih tabakası fıkhî hükümlerde ictihad yapmamış, sadece mezhep imamlarını taklit ederek onların ictihadlarıyla amel etmişlerdir. Bunların özelliği, aynı meselede yapılan birkaç ictihaddan birisini tercih edebilmeleridir. Yani bir meselede birkaç görüş varsa bunlar bu görüşlerden tercih ettikleri ile amel edebilirler. Ebu-l Hasan Kudûri ve emsalleri bu tabakadadır. Şimdi bir düşün, Ebu-l Hasan Kudûri gibi bir zat ictihad yapamıyor ve sadece farklı görüşlerden birini tercih edebiliyor. O hâlde sizlere ne oldu da kolayca ictihad yapıyor ve pervasızca konuşabiliyorsunuz!

Fıkıh âlimlerinin 6. mertebesi ashab-ı temyizdir: Bu mertebede bulunanlar da mukallid olup bir mezhep imamına bağlıdırlar. Bunların özelliği, bir mesele hakkında gelen çeşitli rivayetleri kuvvetlerine göre sıralayıp yazabilmeleridir. Bunların kitaplarında reddedilen bir rivayet bulunmaz.

Ve geldik fıkıh âlimlerinin 7. mertebesine. 7. mertebe ashab-ı fetva tabakasıdır: Bu tabakaya özellikle dikkat etmeni istiyorum. Bu tabakadaki âlimler zayıf haberleri kuvvetlilerinden ayırabilen ve bir mezhep imamına bağlı olan mukallidlerdir. Bunlar okuduklarını iyi anladıkları ve anlayamayan diğer mukallidlere açıkladıkları için fıkıh âlimlerinden sayılmışlardır. Yani bunlara fıkıhçı denmesinin sebebi, müctehidlerin eserlerini çok iyi anlayabildikleri içindir. Yoksa ictihad falan yapamazlar.

Ömer Nasuhi Hazretleri “Hukuk-u İslamiye ve Istılahat-ı Fıkhiye Kamusu” isimli eserinde müctehidlerin bu yedi tabakasını izah ettikten sonra İbni Abidin Hazretlerini yedinci tabakaya misal vermektedir. İbni Abidin Hazretleri dokuzuncu asrın en büyük Hanefi fıkıhçılarından olup her bir cildi dokuz yüzü aşkın sahifeden oluşan altı ciltlik “Reddü-l Muhtar” isimli fıkıh eserinin sahibidir.

Yani günümüzdeki bütün fıkıhçıların kaynak kitap olarak kullandığı “Reddü-l Muhtar” isimli eserin sahibi olan dokuzuncu asrın o büyük fıkıhçısı İbni Abidin hazretleri sadece mukallid olup ictihad yapamıyor ve fıkhi meselelerde İmam-ı Âzam Hazretlerini taklit ediyor, ona tabi oluyor.

Hâl böyle iken nasıl olur da sen, İbni Abidin Hazretlerinin yapamadığı ictihadı daha onun yazdığı eseri okumaktan ve anlamaktan âciz iken yapabilirsin?

İctihad yapmanın ne kadar zor olduğunu vereceğim şu örneklerle de anlayabilirsin:

“İnsanların ve cinlerin müftüsü” lakabıyla meşhur olan Şeyhülislam Ebu-s Suud Efendi asrının güneşi olan ve “Hüccetü-l İslam” yani “İslam’ın Delili” lakabıyla meşhur olan İmam-ı Gazali hakkında şöyle der: “İctihada ait meselelerde müctehid olmayan İmam-ı Gazali ve emsallerinin sözlerine itimat caiz değildir.”

Düşün bir kere, İmam-ı Gazali gibi bir Hüccetü-l İslam ictihad yapamıyor ve fıkhi meselelerde İmam Şafi’nin mezhebine girerek ona tabi oluyor. Ve Ebu-s Suud Hazretleri, “İmam-ı Gazali’nin kendi mezhebine ters düşen bir sözü olursa ona itibar edilmez.” buyuruyor.

Şimdi sana soruyorum: İmam-ı Gazali gibi asrının güneşi olan bir allame bile ictihad yapamazken ve İmam Şafi Hazretlerine tabi olurken sana ve emsallerine ne oldu da ictihada heveslendiniz ve kendinizi ictihada ehil görmeye başladınız? Acaba İmam-ı Gazali’den daha mı âlimsiniz ki, İmam-ı Gazali’nin girişemediği bir işe girişiyorsunuz?

Yine Celaleddin-i Suyuti Hazretleri ki, ezberinde 200.000 hadis-i şerif vardır. Ve yakaza dediğimiz uyanıklık âleminde tam 70 defa Peygamberimiz (s.a.v.) ile görüşmüştür. Yani Efendimiz (s.a.v.), vefatından sonra tam 70 kere Celalettin-i Suyuti Hazretlerine misafir olmuş ve ona temessül etmiştir. Acaba Celalettin-i Suyuti Hazretleri nasıl bir makama sahiptir ki, 70 defa Efendimizin sohbetine mazhar olmuş! Aynı zamanda bu zat değişik ilimlerde tam dört yüz eser yazmıştır. İşte böyle bir zat ictihad yapmak istediğinde zamanının âlimleri, “İctihad devri geçmiştir. Sen ictihad yapmaya muktedir değilsin.” diyerek onu ictihaddan menetmişlerdir.

Şimdi yine sana soruyorum: 200.000 hadis-i şerifi senetleriyle ve râvileriyle ezberleyen, 400 değişik eserin müellifi olan ve 70 defa Efendimizin sohbetine uyanıkken mazhar olan bir zat ictihad yapamıyor da sana ne oluyor da Celaleddin-i Suyuti’nin yapamadığını yapmaya çalışıyorsun? Acaba kendini Suyuti Hazretlerinden daha mı âlim zannediyorsun? Onun ezberinde 200.000 hadis vardı. Senin ezberinde 200 hadis var mı? Sen ve emsalin Suyuti Hazretlerinin eserlerini anlamaktan bile âcizsiniz. Nerede kaldı ona yetişmek ve onu geçmek! Geçtiğini zanneden ancak zannıyla hükmeder ve vehmiyle geçer. Hakikatte ise senin boğulduğun yerde onun topuğu bile ıslanmamıştır.

Yine Bediüzzaman Said-i Nursi Hazretleri ictihadın zorluğunu şöyle anlatır: “Bir usul kaidesidir ki, fakih olmayan velev ki usul-ü fıkıhta müdtehid dahi olsa icma-ı fıkıhta muteber değildir. Çünkü onlara nispeten âmîdir.”

Bu ibareyi biraz açayım istersen. Gerçi sen büyük âlimsin, anlamışsındır; ama ben yine de biraz sadeleştirip açıyım. Usul-u fıkıh, fıkhın usul ve kaidelerini öğreten derin bir ilimdir. Değil bu ilimde müctehid olabilmek bu ilmi öğrenmek bile bir ömür alır. Bununla birlikte, faraza bir kimse kendisine ihsan edilen özel bir yetenekle bu ilimde müctehidlik makamına ulaşsa yine de fetva veremiyor ve dört delilden hüküm çıkaramıyor, onun sözüne itibar edilmiyor. Bediüzzaman Hazretlerinin, “Onlara nispeten âmîdir.” sözü de çok manidardır. Âmî: Okuma-yazma bilmeyen kişiye denilir. Demek usul-u fıkıhta müctehid bile olsa mezhep imamlarına kıyasla okuma-yazma bilmeyen bir çocuk gibi sayılıyor.

Acaba usul-ü fıkıh ilminin müctehidleri mezhep imamlarına kıyasla okuma-yazma bilmeyen bir çocuk gibi olursa usul-ü fıkıhtan habersiz olan sen ve emsalin onlara kıyasla hangi mertebede olursunuz? Ve bir usul-u fıkıh müctehidinin yapamadığı dört delilden hüküm çıkarma işini sizler nasıl yaparsınız?

Hani adamın biri demiş ya: “Abdestsiz namaz olmaz diyorlar, ben kıldım oldu.” Yahu olmadı, sadece sen olduğunu zannediyorsun ve oldu kabul ediyorsun. Aynen bu adam gibi, siz de ictihad yaptığınızı zannediyorsunuz. “Yaptım oldu.” diyorsunuz. Lakin olmadı ve olmaz. Sözünüzün hakikatte hiçbir kıymeti yoktur. Siz yapıyorum zannediyorsunuz. Aslında yaptığınız kendinizi ateşe atmaktan başka hiçbir şey değil!

A- Bu yedi tabakayı kim belirlemiş. Ben bunları kabul etmiyorum. Kabul etmek zorunda da değilim.

B- O zaman ben sana bir soru sorayım: Asistan, doktor, doçent ve profesör gibi unvanları kim belirlemiş?

A- Kim belirleyecek, eğitim işiyle uğraşan akademisyenler belirlemiştir herhâlde!

B- Yani ilgili ilmin uzmanları ve mütehassısları belirlemiş, öyle mi?

A- Herhâlde öyledir!

B- Peki sen şimdiye kadar bu unvanlara hiç itiraz ettin mi? Ya da edeni hiç gördün mü?

A- Yo, hiç itiraz etmedim ve edeni de görmedim.

B- Peki şöyle bir şey görseydin: Faraza okuma-yazma bile bilmeyen birisi deseydi ki: “Bu unvanları kim belirlemiş ya! Ben bunları tanımam. Ben de profesörüm. Profesör unvanını almak için onların dediği eğitimleri yapmak zorunda değilim. Ben kendimi profesör kabul ediyorum. Bu kabul de benim için yeterlidir.” Böyle diyen bir kişi görseydin ona ne derdin?

A- Vallahi onun bu saçma sözlerine cevap bile vermez, sadece hâline gülerdim! Zaten bu kadar saçmalayabilen bir kişiye ne denilse boştur. Adam daha okuma-yazma bilmiyor, ama kendini profesör ilan etmiş. Ben bu adama ne diyeyim, divanedir der; kendi hâline bırakırım.

B- Peki senin bu kişiden farkın var mı? Sen de aynısın. O kişi doktor, doçent ve profesör gibi unvanlar için gereken bilgi birikimini inkâr ederek kendisini profesör ilan etmiş. Sen de fıkıh âlimlerinin tabakalarını inkâr ederek kendini müctehid kabul etmişsin. Hatta sadece müctehidlikle de yetinmiyor, ictihad yapabilen ilk üç tabakadan birinde olduğunu iddia ediyorsun.

Profesör olmadığı hâlde kendini profesör kabul eden kişiyi yine bir cihette anlamak mümkündür. Zira profesörlük unvanı öyle zor kazanılan bir unvan değildir. Lakin senin gibilerini anlamak oldukça zordur. Zira sizin kendinizi gördüğünüz makam ile o makamın hakikati arasında yer ile gök arası kadar mesafe vardır. Sizin hâliniz ağustos böceğinin kendisini Güneş zannetmesine benziyor!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu