Edebi Yönü

Kur’an’ın mislinin getirilememesi ispat eder ki, Kur’an, Allah’ın kelamıdır.

Hz. Musa (AS) zamanında sihir revaçta olduğu için, mucizelerinin çoğu ona benzer bir tarzda gelmiştir. Asasının yılan olması ve parlak el mucizeleri gibi…

Hz. İsa (AS) zamanında ise tıp revaçta olduğundan, mucizelerinin çoğu o cinsten gelmiştir. Ölüleri diriltmesi, alaca hastalığını tedavi etmesi gibi…

Bu sayede hakka karşı gelen kâfirlere, en mâhir oldukları sahada meydan okumuşlar ve Allah’ın izniyle de galip gelmişlerdir.

Hz. Muhammed (S.a.v.) zamanında ise dört şey revaçtaydı:

1- Belagat ve fesahat.

Fesahat: sözün, lafız, mana ve ahenk itibariyle kusursuz olması ve kelimelerin söylenişinin tatlı, manasının da söylenirken hemen zihne girmesidir. Bu keyfiyetlerin birincisi kelime ve cümle ahengi ile ikincisi de kullanan kimsenin kelime hazinesi ve seçme kudreti ile alakadardır. Fesahatin daha yüksek olan derecesine ise belagat denir.

2- Şiir ve hitabet.

3- Kâhinlik ve gaybdan haber vermek.

4- Geçmiş hadiseleri ve kâinatın ve varlıkların yaratılış sırlarını bilmekti.

İşte Kur’an geldiği zaman bu dört nevi bilgi sahiplerine karşı meydan okudu. Her birine diz çöktürdü. Hepsi hayretle Kur’an’ı dinlediler.

Bizler bu delilde, o asrın dâhi şairlerinin, hatiplerinin ve söz ustalarının nasıl mağlup olduğunu beyan edeceğiz ki, bununla, Kur’an’ın taklidinin mümkün olmadığı ortaya çıksın ve Allah’ın kelamı olduğu ispat edilsin.

Kur’an’ın nazil olduğu asırda, Arap yarımadası ahalisi tarihi hadiselerini ve yazıtlarını, şiir ve belagat kaydı ile muhafaza ediyorlardı. Şiir ve belagat o derece revaçta idi ki, her sene yarışmalar düzenlenir, yedi edibin yedi kasidesi “muallakat-ı seb-a” namıyla, altın yazı ile Kâbe’nin duvarına asılırdı. Ancak Kur’an geldikten sonra Meşhur şair Lebid’in kızı, babasının kasidesini Kâbe’nin duvarından indirirken şöyle diyor: “Kur’an geldi artık bunun kıymeti kalmadı.” Hatta her kabilenin edibi, en büyük milli kahramanı kabul edilirdi. En fazla o edip ile iftihar edilirdi. Bazen bir edibin sözü ile iki kavim savaş eder ve bir sözüyle barışırlardı. İşte Kur’an-ı Hakîm böyle bir zamanda 23 sene mütemadiyen şu gibi ayetlerle meydan okudu:

“Bu Kur’an Allah’tan başkası tarafından uydurulmuş bir şey değildir. Ancak kendinden önceki kitabı doğrulayan ve o kitabı açıklayandır. Onda şüphe yoktur. O âlemlerin rabbin-dendir. Yoksa “onu Muhammed uydurdu mu diyorlar? De ki: eğer sizler doğru iseniz, Allah’tan başka, gücünüzün yettiklerini çağırın da hep beraber onun benzeri bir sure getirin” (Yunus: 37-38)

“Yoksa onu kendisi mi uydurdu diyorlar? De ki: Eğer bu davada sadık iseniz Allah’tan başka güvendiklerinizden, çağı-rabildiklerinizi çağırın da Kur’an’ın misli on süre getirin. Velev ki haberleri uydurulmuş olsun, sadece belagatine benzer olsun” ( Hud: 13)

“De ki: Andolsun ki, bu Kur’an’ın bir benzerini ortaya koymak üzere insanlar ve cinler bir araya toplansa, birbirine destek de olsalar, onun benzerini ortaya getiremezler” (İsra: 88)

“Eğer kulumuza indirdiğimiz Kur’an’dan herhangi bir şüpheniz varsa ve iddianızda sadıklar iseniz. Allah’tan başka bütün şahitlerinizi çağırın da haydi onun benzeri bir sure getirin. Eğer bunu yapamazsanız, Kur’an’da ki bir sureye benzer bir sure getiremezseniz ki bunu asla yapamayacaksınız, o halde odunu insanlar ve taşlar olan ateşten sakının. Çünkü o, kafirler için hazırlanmıştır”( Bakara: 23-24)

Evet, Kur’an bu gibi ayetlerle o asrın dâhi ediplerini muaraza yani söz meydanına davet etti ve sekiz mertebe de onlara meydan okudu:

1- “Madem bu Kur’an’ın Allah’ın kelamı olduğuna inanmıyorsunuz ve bir insanın sözüdür diyorsunuz, o halde Muhammed (S.a.v.) gibi okuma yazma bilmeyen, ümmi bir kişi böyle bir kitap yazsın da görelim.” Kur’an’ın bu meydan okumasına karşı hiçbir ümmi meydana çıkamadı.

Ve Kur’an 2. defa meydan okudu: “Haydi bunu yapamıyorsunuz. Muhammed (S.a.v.) gibi okuma yazma bilmeyen bir kişiden böyle bir kitap getiremiyorsunuz. O halde o zat gayet âlim ve kâtip olsun. Ve Kur’an gibi bir kitap yazsın.” Kur’an’ın bu meydan okumasına karşı da hiçbir âlim ve kâtip Kur’an gibi bir kitap getiremedi.

Ve Kur’an 3. defa meydan okudu: “Haydi bir tek âlim ve kâtip zat Kur’an gibi bir kitap getiremiyor, o halde bir tek zat olmasın, bütün âlimleriniz, edipleriniz ve söz ustalarınız toplansın, birbirine yardım etsin. Hatta güvendiğiniz ilahlarınızı da çağırın size yardım etsin ve Kur’an gibi bir kitap getirin.” Kâfirler bu meydan okumaya da sessiz kaldılar ve Kur’an gibi bir kitap getiremediler.

Ve Kur’an 4. defa meydan okudu: “Haydi bunu da yapamıyorsunuz. O halde eskiden yazılmış edebî eserlerden de istifade edin, hatta gelecekte yazılacak olanları da yardıma çağırın ve Kur’an gibi bir kitap getirin.” Kur’an’ın bu meydan okumasına karşı yine kâfirler suskunluklarını bozamadılar.

Ve Kur’an 5. kez meydan okudu: “Haydi bunu da yapamıyorsunuz, Kur’an’ın tamamına benzer bir kitap getiremiyorsunuz. O halde Kur’an’ın tamamına değil, sadece 10 suresinin benzerini getiriniz.” Kâfirler bu meydan okumaya karşı da parmaklarını bile kıpırdatamadılar.

Ve Kur’an 6. kez meydan okudu: “Madem 10 suresine mukabil, hakiki ve doğru bir benzer getiremiyor ve onu taklit edemiyorsunuz, O halde hikâyelerden, asılsız kıssalardan olsun. Sadece Kur’an’ın nazmına ve belagatına benzesin. Bu da yeter.” Kâfirler bunu dahi yapamadılar. Kur’an’ın nazmına benzeyen asılsız hikâyelerden 10 sure getiremediler.

Ve Kur’an 7. defa meydan okudu: “Haydi bunu da yapamıyorsunuz. Asılsız kıssa ve hikâyelerden Kur’an’ın 10 suresine nazımca benzeyen bir misil getiremiyorsunuz. O halde Kur’an’ın bir tek suresinin benzerini getiriniz.” Ama kâfirler bu meydan okumaya karşı da sessizliklerini bozamadılar.

Ve Kur’an 8. mertebede şöyle meydan okudu. “Madem Kur’an’ın bir tek suresine bile benzer getiremediniz. O halde haydi o sure uzun olmasın, kısa bir sure olsun. Sadece kısa bir sureye benzer getiriniz. Eğer bunu da yapamazsanız bilin ki, din, can ve mallarınız dünya da da ahirette de tehlikededir.”

İşte Kur’an sekiz tabaka da 23 sene de değil, belki 1400 senedir bütün insanlara ve cinlere karşı meydan okumuş ve okuyor, damarlarına şiddetle vuruyor, gururlarını dehşetli bir surette tahrik ediyor. O kibirli akıllarını küçümsüyor. Ve diyor ki: “Ya benzerini getiriniz ya da canınız ve malınız tehlikededir. Eğer iman getirmezseniz mesulsünüz. Cehenneme gireceksiniz.”

Zira benzerine getiremezlerse islamı yok etmek için bir tek yol vardı ki o da savaşmak. Yani canın ve malın tehlikede olduğu bir yol. Hâlbuki Kur’an’ın bir suresine benzer getirebilselerdi, Hz. Muhammed’in davasını iptal edeceklerdi. Canları, malları ve dinleri kurtulacaktı.

Acaba hiç mümkün müdür ki, bir iki satırla benzerini getirip, Hz. Muhammed’in (S.a.v.) davasını iptal etmek gibi kolay ve kısa bir yol varken en tehlikeli, canın ve malın helak olabileceği savaş yolu tercih edilsin.

Evet, o zeki kavim, o siyasi millet ki, bir zaman âlemi siyasetle idare ettiği halde en kısa ve rahat yolu terk etsin de, en tehlikeli, mal ve canı belaya atacak uzun bir yolu tercih etsin. Bu hiç mümkün müdür?

Hâlbuki edipleri, birkaç harfle Kur’an’ın velev ki bir suresine benzer getirebilselerdi, Kur’an davasından vazgeçerdi. Onlarda maddî ve manevî helak’tan kurtulurlardı.

Nasıl ki, siz bir dava ile ortaya çıksanız ve davanızın doğruluğunu ispat etmek için “şu taşı kimse kaldıramaz” diyerek güçlü insanlara meydan okusanız, sizin davanızı iptal etmek için en kısa yol; “kaldıramazsınız” diyerek işaret ettiğiniz taşı kaldırmaktır. O taş kaldırıldığı zaman siz ve davanız çürür gider. O taşın kaldırılmayıp, sizinle savaş edilmesi ise ispat eder ki; o taş, kimse tarafından kaldırılamayan bir taştır ve siz davanızda sadıksınızdır.

İşte bu misalde olduğu gibi Efendimiz (S.a.v.) “Bu Kur’an’ın bir suresinin bile mislini getiremezsiniz” diyerek meydan okudu. Hâlbuki kibir ve azametleri, benlik ve gururları gereği gece gündüz çalışıp Kur’an’ın bir benzerini yapmalıydılar ki, âleme karşı rezil olmasınlar.

Hem onlar, bir surenin mislini getirebilselerdi Kur’an’ın davası iptal olacaktı. Hâlbuki onlar savaş gibi en dehşetli ve uzun bir yolu tercih ettiler. Demek meşhur Cahız’ın dediği gibi “Muaraza-i bil huruf mümkün değildi, Muharebe-i bissuyufa mecbur oldular” yani harfler ile söz meydanına çıkmak mümkün olmadığından, kılıçlarla harp meydanına çıkmaya mecbur oldular.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu