Kur’an, ayetlerindeki hikmet, denge ve uyum cihetiyle emsalsizdir.
Kur’an-ı Kerim’in yüksekliğine en doğru bir delil ve hak kelam olduğuna en açık bir burhan ve mucize olduğuna en kuvvetli bir alamet şudur ki:
Kur’an, Allah’ın varlığına ve birliğine dair imanın bütün kısımlarını, bütün mertebelerini muhafaza ederek beyan etmiş ve bu beyanda dengeyi bozmamış, muhafaza etmiş. Hem Kur’an, yüksek ilahi hakikatlerin tamamını beyan etmiş ve bunda da dengeyi muhafaza etmiş.
Hem Esma-ül Hüsna’nın gerektirdiği bütün hükümleri bir araya toplamış, o hükümlerin karşılıklı uyumunu muhafaza etmiş. Hem Allah’ın rablığının ve uluhiyyetinin işlerini, tam bir denge ile bildirmiş ve beyan etmiştir.
İşte şu muhafaza ve denge öyle bir özelliktir ki, katiyen beşerin eserlerinde mevcut değildir. Hatta insanların en büyüklerinin bile fikirlerinde bulunmuyor. Ne manevî âlemlere geçen evliyanın eserlerinde, ne işlerin içine nüfuz eden filozofların kitaplarında, ne de gayb âlemlerine yükselen ruhanilerin eserlerinde hiç mi hiç bulunmuyor.
Güya iş bölümü hükmünde, onlar her bir kısım hakikatin bir iki dalına yapışıyor. Yalnız o dalın meyvesiyle, yaprağıyla uğraşıyor. Başkasından ya haberi yok yahut bakmıyor.
Zira böyle geniş hakikatler, kayıtlı gözler ile tamamen görülemez. Kur’an gibi, geniş bir görüş sahibi olmak gerekir ki, o ağacın tamamını ihata etsin, görebilsin. Diğerleri her ne kadar Kur’andan ders alsalar da, cüz’i zihinleriyle, o hakikatin yalnız bir iki tarafını tamamen görür, onunla meşgul olur, onda hapis olur. Ya ifrat veya tefrit ile hakikatlerin dengesini ihlal edip, tenasübünü izale eder. Şimdi bir temsil ile şu meseleyi anlamaya çalışalım:
Mesela, bir denizde hesapsız mücevherlerle dolu bir hazine olsun. Dalgıçlar, o definenin cevherlerini aramak için dalıyorlar. Gözleri kapalı olduğundan, el yordamıyla anlıyorlar.
Bir kısmının eline uzunca bir elmas geçer. O dalgıç hükmeder ki, bütün hazine uzun direk gibi elmastan ibarettir. Arkadaşlarından başka bir mücevheri işittiğinde hayal eder ki, o mücevher, bulduğu elmasın taşları ve nakışlarıdır. Asıl olan kendi bulduğudur.
Bir kısım dalgıçların eline de yuvarlak bir yakut geçer. Başkası dörtgen bir mücevher bulur. Ve bunlar gibi, her biri eliyle gördüğü cevheri o hazinenin aslı ve en büyüğü zan edip, arkadaşlarından işittiklerini ise o hazineni teferruatı ve nakışları zan eder.
O vakit hakikatin dengesi bozulur, uyumu da gider. Çok hakikatlerin rengi değişir. Sadece keşfiyatlarına güvenerek, bunları sünnet ve şeriat terazisiyle tartmayan mutasavvıfların kitaplarını inceleyenler, bu hükmü gözleriyle görürler. Demek onlar Kur’an’dan ders aldıkları halde kitapları böyle noksan kalıyor. Çünkü kitapları Kur’an değildir.
Hakikatlerin denizi olan Kur’an ayetleri de, o deniz içindeki definenin bir dalgıcıdır. Lakin Kur’an’ın gözü açık, defineyi tamamen görür. Definede ne var, ne yok, hepsini bilir. O defineyi öyle intizamla, dengeyle, uyum ile vasfeder ki, üzerine beyan olamaz.
Mesela Zümer suresi 67 :
“Kıyamet günü yeryüzü bütünüyle onun kabzasındadır. Göklerde onun kudret elinde toplanıp dürülmüştür”
Enbiya suresi 104:
“O gün, gökyüzünü bir kitabın sayfalarını dürer gibi tomar yapar düreriz” ayetleriyle rablığın azametini gördüğü gibi,
Ali İmran suresi 5-6:
“Hiç şüphe yok ki, ne yerde ve ne de gökte hiçbir şey Allah’a gizli kalmaz. Rahimlerde dilediği gibi size şekil veren odur.”
Hud suresi 56:
“Onun, alnından tutup kudretine boyun eğdirmediği hiçbir canlı yoktur.”
Ankebut suresi 60 :
“Kendi rızkını taşıyamayan nice canlılar vardır ki, sizin de, onlarında rızkını Allah verir” ayetleriyle Allah’ın her tarafı kuşatmış rahmetini görüyor.
Enam suresi 1:
“Gökleri ve yeri yarattı, karanlığı ve aydınlığı var etti.”
Nur suresi 45:
“Allah her hayvanı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üzerinde sürünür, kimi iki ayağı üzerinde yürür, kimi de dört ayağı üzerinde yürür. Allah dilediğini yaratır. Çünkü Allah her şeye kadirdir” ayetleriyle Allah’ın yaratıcılığının genişliğini görüp gösterdiği gibi, “sizi de yaptıklarınızı da Allah yarattı” ayetiyle Allah’ın her tarafı kaplayan tasarrufunu görüp, gösterir.”
Rum suresi 60:
“O Allah yeryüzünü ölümünden sonra diriltir”
Nahl suresi 68:
“Rabbin bal arısına vahyetti” ayetleriyle ikram ve ihsanda bulunma hakikatini gösterdiği gibi,
Araf suresi 54:
“Güneşi ayı ve yıldızları emrine boyun eğdiren odur” ayetiyle hikmetle emretme hakikatinin büyüklüğünü gösterir.
Mülk suresi 19:
“Üstlerinde kanatlarını açıp yumarak uçan kuşları görmüyorlar mı? Onları havada tutan Rahmandan başkası değildir. Muhakkak ki O her şeyi görendir” ayetiyle rahmetle idare etmek hakikatini ders verdiği gibi ,
Bakara suresi 255:
“Onun kürsüsü gökleri ve yeri kaplamıştır. Onları koruyup gözetmek ona ağır gelmez”
Hadid suresi 4:
“Nerede olursanız olun,O sizinle beraberdir” ayetleriyle her şeyin gözeticisi olduğunu hakikatini haber verir.
İşte Kur’an, bunlar gibi, ahirete ve dünyaya ait, ilmi ve ameli olan, iki dünyanın saadetini temin edecek bütün düsturları görür ve gösterir.
Bununla birlikte İman’ın altı erkânını ve İslam’ın beş şartının her birisini izah eder.
Elbette böyle bir kitap asla ümmi olan, okuma yazama bilmeyen bir zatın el yazması kitabı olamaz. Ancak Allah’ın kelamı olabilir.