Kur’an, Kâinattan Niçin Felsefenin Bahsettiği Gibi Bahsetmiyor?
Bu sorunun cevabını bir temsil ile anlayalım: Bir zaman hem dindar, hem de gayet sanatkâr bir hükümdar istedi ki, Kur’an-ı Hâkimin kudsiyetine ve kelimelerindeki mucizeliğe layık bir yazı ile onu yazsın, o mucizeli endama bir elbise giydirsin.
İşte o nakış sahibi zat, Kur’an’ı pek acayip bir tarzda yazdı. Bütün kıymetli mücevherleri yazısında kullandı. Hakikatlerinin çeşitliliğine işaret için, bazı harflerini elmas ve zümrüt ile ve bir kısmını inci ve akik ile diğer bir kısmını pırlanta ve mercan ile ve bir nevini de altın ve gümüş ile yazdı.
Hem öyle bir tarzda süsleyip, nakışladı ki, okumayı bilen ve bilmeyen herkes onu beğenip, seyrinden hayran oldu. Bilhassa hakikat ehlinin nazarında, o kitabın zahiri güzelliği, manasındaki parlak güzelliğin işareti olduğundan, pek kıymetli bir antika hükmüne geçti.
Sonra o hâkim, şu sanatlı ve süslü Kur’an’ı yabancı bir filozofa ve bir Müslüman âlime gösterdi. Hem imtihan etmek, hem de mükâfat vermek için emretti ki; “Her biriniz, bu kitabın hikmetine dair bir eser yazınız.”
Evvela o filozof, sonra o âlim, ona dair bir kitap yazdılar. Fakat filozofun kitabı, yalnız kitaptaki harflerin nakışlarından, karşılıklı münasebetlerinden, vaziyetlerinden ve mücevherlerinin özelliklerinden bahseder. Manasına hiç ilişmez. Çünkü o ecnebi filozof, Arapça okumayı hiç bilmez. Hatta o nakışlı Kur’an’ı bilmiyor ki, “O bir kitaptır ve manası olan bir yazıdır.” Belki ona, süslü bir antika nazarıyla bakıyor. Bu filozof, gerçi Arapça bilmiyor ama çok iyi bir mühendistir, güzel bir ressamdır, mahir bir kimyagerdir, sarraf bir kuyumcudur. İşte o adam bildiği sanatlara göre eserini yazdı.
Amma Müslüman âlim ise, ona baktığı vakit anladı ki, O Kitab-ı Mübin’dir, Kur’an’ı Hâkimdir. İşte bu hakperest zat, ne görünüşteki süslerine ehemmiyet verdi ve ne de harflerinin nakışlarıyla ilgilendi. Belki öyle bir şeyle meşgul oldu ki, milyon mertebe öteki adamın iştigal ettiği meselelerden daha yüce, daha kıymetli, daha latif, daha şerefli ve daha faydalı idi. Çünkü O, kitabın nakışlarının perdesi altında olan kutsi hakikatlerinden ve sırlarından bahsederek, gayet güzel bir tefsir yazdı.
Sonra ikisi eserlerini götürüp, O şan sahibi hâkime takdim ettiler. O hâkim evvela filozofun eserini aldı. Baktı, gördü ki, o kendini beğenen ve tabiatperest adam çok çalışmış, fakat bu kitabın hakiki hikmetini hiç yazmamış, hiçbir manasını anlamamış, belki karıştırmış. Ona karşı hürmetsizlik etmiş. Çünkü hakikatlerin madeni olan o Kur’an’ı, manasız nakışlar zannederek, mana cihetinde kıymetsizlik ile tahkir etmiş olduğundan, O hikmet sahibi hükümdar, onun eserini başına vurdu, huzurundan çıkardı.
Sonra öteki hakperest âlimin eserine baktı, gördü ki, gayet güzel ve faydalı bir tefsir ve gayet hikmetli ve irşat eden bir teliftir. “Aferin, Bârekallah, işte hikmet budur ve âlim ve hakîm bunun sahibine derler. Öteki adam ise haddini aşmış bir sanatkârdır” dedi.
Sonra onun eserine bir mükâfat olarak, her bir harfine mukabil, tükenmez hazinesinden ‘on altın verilsin’ diye emretti.
Eğer temsili anlayabildin ise bak, hakikatin yüzünü de gör:
Temsildeki o nakışlı ve süslenmiş
Kur’an; Şu sanatla yapılmış, zemini çiçeklerle, seması yıldızlarla süslenmiş kâinat kitabıdır.
O hükümdar ise; Ezel ve ebedin hâkimi olan Allah’tır.
O iki adam ise, birisi yani ecnebisi; felsefe ilmi ve filozoflardır. Diğeri; Kur’an ve talebeleridir.
Evet, Kur’an-ı Kerim, şu kâinat kitabının en âli tercümanıdır. O Kur’an ki, şu kâinatın sayfalarında ve zamanların yapraklarında, kudret kalemi ile yazılan varlık ayetlerini insanlara ve cinlere ders verir. Hem her biri manalı bir kelime hükmünde olan mahlûklara mana-yı harfi nazarıyla bakar. Yani onları yaratan Allah hesabına bakar.
Mesela, aynaya iki türlü bakabilirsiniz,
1- Aynanın bizzat kendisini görmek için bakmak; bu bakışa mana-yı ismi denir.
2- Aynaya, onda tecelli edeni görmek için bakmak. Bu ikinci bakışa ise mana-yı harfi denir. Bu bakışta aynanın bir önemi yoktur. Önemli olan aynada gözükendir.
İşte felsefe, ayna hükmünde olan kâinata, mana-yı ismi ile yani bizzat kendilerinden dolayı bakmışlar.
Kur’an ise, kâinat aynasına, o aynada tecelli eden sanatkârı hesabına bakmış. Onun isim ve sıfatlarını keşfetmiş, “ne güzel yapılmış, ne kadar güzel bir surette sanatkârları olan Allah’ın güzelliğini, gösteriyor” demiş.
Hâlbuki felsefe, kâinatın ve içindeki mahlûkların zahiri süsünde ve güzelliğinde kalmış, sersemleşmiş ve boğulmuş. Şu kâinata Allah hesabına bakmak gerekirken, öyle yapmayıp, mevcudat hesabına bakarak “ne güzel yapılmışa” bedel, “ne güzeldir” demiş ve haddini aşmış.
Bu iki bakış farkını şu temsille de anlayabiliriz;
Antika bir sandalyeyi filozofların önüne koysak, hemen incelemeye başlarlar. Şeklini, yapısını, ağacının ne olduğunu, hangi yılda yapıldığı gibi birçok şeyi araştırırlar. Ancak bu sandalyeyi ‘kimin yaptığı’ ve ‘niçin yaptığı’ konusunu hiç düşünmezler. Sanki o sandalye tesadüfün eseri.
Hâlbuki Kur’an ve talebeleri, sandalyenin süsünden, ağacının kalitesinden ziyade sanatkârıyla ilgilenir; “Bu sandalyeyi kim yaptı? Niçin yaptı? Bu sandalyenin manası nedir? Bu sandalyenin ustasının isim ve sıfatları nelerdir? Ve bize emirleri var mıdır?” gibi noktalarda yoğunlaşır.
Ya da felsefe ve talebeleri, yere çakılmış bir kazığa bağlı bir at görseler, hemen kazığın, atın ve ipin kendisiyle ilgilenirler. Bu üçü hakkında ciltler dolu kitaplar yazarlar. Ancak “bu at kimin? Bu kazığı yere kim çaktı? Niçin bu atı buraya bağladı? Bu ip nereden geldi? Bunu yapan zat bununla neyi anlatmak istiyor” gibi hakiki hikmetin hiçbir meselesi ile ilgilenmezler. Hâlbuki Kur’an, hakiki hikmet ile ilgilenir ve mezkûr soruların cevaplarını öğretir.
İşte, dünya ve içindekiler gayet sanatla yapılmış birer eserdir. Dünyamız diğer yıldızlarla birlikte manevî ipler ile güneşe bağlanmış, etrafında dönüyoruz. Felsefe sadece şu âlem ve içindeki eşyanın zahiri ile ilgileniyor. Onları birbirine bağlayan kanunlardan bahsediyor.
Bu harikulade eşyanın niçin ve kim tarafından yaratıldığını, bu kanunları kimin koyduğunu hiç düşünmüyor. Hâlbuki Kur’an, her şeyi, sanatkârı olan Allaha bir pencere yapıyor. O eşya ile Allah’ı tanıtmaya çalışıyor ve mevcutlara Onun için bakıyor. Bir sinekten tutun, tâ güneşlere kadar her şeyde Allah’ın isim ve sıfatlarını keşfediyor. Adeta her şey ona göre bir mektup ve bir kaside, içinde sanatkârının isimleri yazılmış. Ve her şey bir hazine, onda ilâhi sıfatlar saklanmış.
Demek felsefe, kâinata mana-yı harfi ile yani bizzat kendileri için bakmış. Kur’an ise mana-yı harfi ile yani sanatkârı olan Allah hesabına bakmış. Elbette kâinata böyle farklı Sebeplerden ve farklı pencerelerden bakan felsefe ile Kur’an’ın, kâinat hakkındaki ifadeleri bir olmayacaktır.
Kur’an-ı Kerim, bu kâinattaki, kıymeti bilinmeyen, adî ve basit şeylerden sayılan, hâlbuki gerçekte harikulade ve Allah’ın kudretinin birer mucizesi olan mevcudat üzerindeki, gaflet ve felsefenin örtmüş olduğu adîlik ve alışkanlık perdesini keskin beyanlarıyla yırtıp, o acayip varlıkları akıl sahiplerine gösterip, ibretli bakışlarını celbedip, akıllara tükenmez bir ilim hazinesi açar.
Mesela der:
“Deveye bakmıyorlar mı, nasıl yaratılmış? Ve semaya bakmıyorlar mı, nasıl yükseltilmiş?
Ve dağlara bakmıyorlar mı, nasıl dikilmiş?
Ve yeryüzüne bakmıyorlar mı, nasıl döşenmiş? Gökten bir su indiren de odur.
İşte onunla her çeşit bitkiyi çıkardık. Ondan da bir yeşillik çıkardık ki, kendisinden üst üste dizilmiş daneler çıkartırız.
Ve hurma ağacından, onun tomurcuğundan da sarkan salkımlar ve üzüm bağları ve birbirine benzeyen ve benzemeyen zeytin ve nar ağaçlarını çıkardık.
Meyve verdiği zaman meyvesine ve olgunlaşmasına bakın! Şüphesiz ki bunda, iman edecek bir kavim için elbette deliller vardır.”
İşte Kur’an, bu ve benzeri ayetleriyle dikkatleri adî ve kıymetsiz zannedilen eşyaya çeker. Onların harikulade bir sanat eseri olduğunu vurgular. Onlara bakmayı, inceliklerini tefekkür etmeği ve onlar ile sanatkârları olan Allah’ı tanımayı ve bilmeyi emreder.
Felsefe ilmi ise, tamamen harikulade olan Allah’ın kudretinin mucizelerini ve eserlerini âdet ve alışkanlık perdesi altında saklayıp, ilgisizcesine üstünden geçer. Yalnız, harikuladelikten düşen ve yaratılışın intizamından çıkan nadir fertleri nazar-ı dikkate arz eder.
Mesela, kudretin bir mucizesi olan insanın yaratılışına adî ve sıradan deyip lakaytlıkla bakar. Fakat üçayaklı ya da iki başlı bir insanı teşhir eder.
Ya da, en latif ve rahmetin bir mucizesi olan bütün yavruların, Allah’ın rahmet hazinesinden, muntazam beslenmelerini ve geçimlerini adî ve sıradan görüp, nankörlük perdesini üstüne çeker. Fakat intizamdan çıkmış, kabilesinden ayrılmış, yalnız olarak gurbete düşmüş, denizin altında olan bir böceğin bir yeşil yaprakla beslenmesini görür, onda tecelli eden lütuf ve keremle bütün balıkçıları ağlatmak ister.
İşte Kur’an-ı Kerim’in ilim ve hikmet ve Allah’ı tanıtmak cihetiyle servet ve zenginliği ve felsefenin ilim ve ibret ve Allah’ı tanıtmak cihetiyle fakirliği ve iflası.