Üstad Bedîüzzaman Hazretleri İle Şeytan Arasında Geçen Bir Konuşma
Şimdi, “Kur’an’ın Sönmez Ve Söndürülmez Bir Nur Olduğunu Âleme İspat Edeceğim” Diyerek Tüm Hayatını Bu Gayeye Adayan Üstad Bedîüzzaman Hazretleri İle Şeytan Arasında Geçen Bir Konuşmayı Nakil Edeceğiz.
Osmanlıca bilmeyenler için üslubu bozmadan bazı kelimeleri sadeleştireceğiz. Bununla şeytanın şüpheler ile insanları nasıl kandırmaya çalıştığını daha iyi anlayacağız:
“Ramazan-ı Şerifte, İstanbul’da Beyazıt Cami-i Şerifinde hafızları dinliyordum. Birden, şahsını görmedim, fakat manevî bir ses işittim gibi bana geldi. Zihnimi kendine çevirdi. Hayalen dinledim, baktım ki bana der:
-“Sen Kur’an’ı pek âli, çok parlak görüyorsun. Tarafsızca muhakeme et, öyle bak. Yani bir beşer kelâmı farz et bak. Acaba o meziyetleri, o ziynetleri görecek misin?” dedi. Hakikaten ben de ona aldandım. Beşer kelâmı farz edip, öyle baktım. Gördüm ki: Nasıl Beyazıt’ın elektrik düğmesi çevrilip söndürülünce ortalık karanlığa düşer. Öyle de o farz ile Kur’an’ın parlak ışıkları gizlenmeğe başladı. O vakit anladım ki, benim ile konuşan şeytandır. Beni uçuruma yuvarlandırıyor. Kur’an’dan yardım diledim. Birden bir nur kalbime geldi. Müdafaaya kat’î bir kuvvet verdi. O vakit şöylece şeytana karşı tartışma başladı. Dedim:
-Ey şeytan! Tarafsızca muhakeme, iki taraf ortasında bir vaziyettir. Hâlbuki hem senin, hem insanlardan senin talebelerinin dediği tarafsızca muhakeme ise; karşı tarafı tutmaktır, tarafsızlık değildir. Geçici olarak bir dinsizliktir. Çünkü Kur’an Allah kelamıdır. Böyle bir kitaba tarafsız bak demek onu beşer kelamı kabul et demektir ki bu geçici bir dinsizliktir. Bâtılı kabullenmektir, tarafsızca muhakeme değildir, belki bâtıla taraftarlıktır Şeytan dedi ki:
-Öyle ise, ne “Allah’ın kelâmı”, ne de “beşerin kelâmı” deme. Ortada farz et, bak. Ben dedim:
-O da olamaz. Çünkü tartışma konusu olan bir mal bulunsa, eğer iki iddia sahibi birbirine yakın ise ve mekân yakınlığı varsa; o vakit o mal, ikisinden başka birinin elinde veya ikisinin elleri yetişecek bir surette bir yere bırakılacak. Hangisi ispat etse o alır. Eğer o iki iddia sahibi birbirinden gayet uzak, biri doğuda, biri batıda ise; o vakit kaideye göre, malı elinde tutan kim ise onun elinde bırakılacaktır. Çünkü ortada bırakmak mümkün değildir.
İşte Kur’an kıymettar bir maldır. Beşer kelâmı, Cenâb-ı Hakk’ın kelâmından ne kadar uzaksa, o iki taraf o kadar, belki hadsiz birbirinden uzaktır. İşte, yerden, Süreyya yıldızına kadar birbirinden uzak o iki taraf ortasında bırakmak mümkün değildir.
Hem ortası yoktur. Çünkü varlık ve yokluk gibi ve birbirine zıt iki şey gibi iki zıttırlar. Ortası olamaz.
Öyle ise, Kur’an için mal sahibi, taraf-ı İlâhîdir, Allah’tır. Öyle ise, onun elinde kabul edilip, öylece ispat delillerine bakılacak. Eğer öteki taraf onun Kelâmullah olduğuna dair bütün delilleri birer birer çürütse, elini ona uzatabilir. Yoksa uzatamaz. Heyhat! Binler kat’î delillerinin çivileriyle Arş-ı âzam’a çakılan bu muazzam pırlantayı, hangi el bütün o mıhları söküp, o direkleri kesip onu düşürebilir?
İşte ey şeytan! Senin aksine ehl-i hak ve insaf bu şekildeki hakikatli muhakeme ile muhakeme ederler. Hatta en küçük bir delilde dahi Kur’an’a karşı imanlarını artırırlar.
Senin ve talebelerinin gösterdiği yol ise: Bir kere beşer sözü farz edilse, yani Arş’a bağlanan o muazzam pırlanta yere atılsa; artık bütün mıhların kuvvetinde ve çok delillerin metanetinde bir tek delil lâzım ki, onu yerden kaldırıp arş-ı manevîye çaksın. Ta küfrün karanlıklarından kurtulup, imanın nurlarına erişsin. Hâlbuki bunu başarmak pek güçtür. Onun için senin hilen ile şu zamanda, tarafsızca muhakeme sureti altında çokları imanını kaybediyorlar.
Şeytan döndü ve dedi:
Kur’an beşer sözüne benziyor. Onların konuşması tarzındadır. Demek beşer sözüdür. Eğer Allah’ın kelamı olsaydı ona yakışacak, her yönden harikulâde bir tarzı olacaktı. Onun sanatı nasıl beşer sanatına benzemiyor, kelâmı da benzememeli?
Cevaben dedim:
-Nasıl ki Peygamberimiz (S.a.v.) mucizelerinden ve özelliklerinden başka, fiil ve halleri ve tavırlarında beşeriyette kalıp, beşer gibi ilâhi adetlere ve yaratılış kanunlarına boğun eğmiş ve itaat etmiş. O da soğuk çeker, elem çeker ve bunlar gibi. Her bir hali ve tavrında harikulâde bir vaziyet verilmemiş. Ta ki ümmetine halleriyle imam olsun, tavırlarıyla rehber olsun, umum hareketleriyle ders versin. Eğer her tavrında harikulâde olsa idi, bizzat her cihetçe imam olamazdı. Herkese mürşit olamazdı. Bütün halleriyle “Rahmeten lil-âlemîn” (âlemler için rahmet) olamazdı.
Aynen öyle de: Kur’an-ı Hakîm akıl sahiplerine imamdır, cin ve insanlara yol göstericidir, Ehl-i kemâle rehberdir, Ehl-i hakikate muallimdir. Öyle ise, beşerin konuşması ve üslubu tarzında olmak zarurî ve katîdir. Çünkü cin ve insanlar yakarışını ondan alıyor, duasını ondan öğreniyor, meselelerini onun lisanıyla zikrediyor, edeb-i muaşeretini ondan öğreniyor ve bunlar gibi. Herkes onu kaynak yapıyor. Öyle ise, Allah’ın kelamı eğer Hazret-i Musa (a.s.)’ın Tur-i Sina’da işittiği tarzda olsa idi, beşer bunu dinlemeye, işitmeye tahammül edemez ve kendine rehber yapamazdı.
Hazret-i Musa Aleyhisselâm gibi büyük bir peygamber dahi ancak birkaç kelamı işitmeye tahammül etmiştir.
Şeytan döndü, yine dedi ki:
Kur’an’ın meseleleri gibi çok kişiler o çeşit meseleleri din namına söylüyorlar. Onun için, bir insanın, din namına böyle bir şey yapması mümkün değil mi?
Cevaben Kur’an’ın nuruyla dedim ki:
Evvelâ, dindar bir adam din muhabbeti için “Hak böyledir. Hakikat budur. Allah’ın emri böyledir” der. Yoksa Allah’ı kendi keyfine konuşturmaz. Hadsiz derece haddinden tecavüz edip, Allah’ın taklidini yapıp, onun yerinde konuşmaz. “Allah’a iftira atandan daha zalim kimdir?” tehdidinden titrer.
Ve ikinci olarak, bir insan kendi başına böyle yapması ve muvaffak olması hiçbir cihetle mümkün değildir. Belki, yüz derece imkânsızdır.
Çünkü birbirine yakın kimseler birbirini taklit edebilirler. Bir cinsten olanlar, birbirinin şekline girebilirler. Mertebece birbirine yakın zatlar birbirinin makamlarını taklit edebilirler. Geçici olarak insanları aldatırlar, fakat daimî aldatamazlar. Çünkü dikkat ehli nazarında, eninde sonunda tavırları ve halleri içindeki yapmacık hareketleri ve zoraki davranışları sahtekârlığını gösterecek, hilesi devam etmeyecek.
Eğer sahtekârlıkla taklide çalışan; ötekinden gayet uzaksa, meselâ basit bir adam, İbn-i Sina gibi bir dâhiyi ilimde taklit etmek istese ve bir çoban bir padişahın vaziyetini takınsa elbette hiç kimseyi aldatamayacak. Belki kendisi maskara olacak. Her bir hali bağıracak ki: Bu sahtekârdır.
İşte, hâşâ yüz bin defa hâşâ! Kur’an, beşer kelâmı farz edildiği vakit: Nasıl bir yıldız böceği bin sene hakikî bir yıldız olarak gözlem ehline görünsün.
Hem bir sinek bir sene tavus şeklini kendini seyredenlere göstersin.
Hem sahtekâr, âdi bir asker; namlı, âlî bir generalin tavrını takınsın, makamında otursun, çok zaman öyle kalsın, hilesini hissettirmesin.
Hem iftiracı, itikatsız bir adam; ömründe daima en sadık, en emin, en güvenilir bir kimsenin vaziyetini inceden inceye araştıran gözlere karşı telaşsız göstersin, dâhilerin nazarında yapmacık hareketlerini saklansın?
Bu yüz derece imkânsızdır, buna hiçbir akıl sahibi mümkün diyemez.
Aynen öyle de, Kur’an’ı insan sözü farz edildiği zaman lâzım gelir ki: İslâm âleminin semasında pek parlak ve daima hakikat nurlarını yayan bir hakikat yıldızı, belki bir kemâlât güneşi kabul edilen Kur’an-ı Kerim’in mahiyeti;
Hâşâ bir yıldız böceği hükmünde bir beşerin hurafeli bir düzmesi olsun ve en yakınında olanlar ve dikkatle ona bakanlar farkında bulunmasın ve onu daima yüksek ve hakikatlerin madeni bir yıldız bilsin.
Bu ise yüz derece imkânsız olmakla beraber, sen ey şeytan! Yüz derece şeytanlıkta ileri gitsen buna imkân verdiremezsin, bozulmamış hiçbir aklı kandıramazsın! Yalnız mânen pek uzaktan baktırmakla aldatıyorsun! Yıldızı, yıldız böceği gibi böyle küçük gösteriyorsun.
Şeytan döndü, dedi:
Nasıl kandıramam? Birçok insanlara ve insanın en meşhur akıllılarına Kur’an’ı ve Muhammed’i inkâr ettirdim.
Cevaben dedim ki:
Evvelâ, gayet uzak mesafeden bakılsa, en büyük şey, en küçük şey gibi görünebilir.
“Bir yıldız, bir mum kadardır “denilebilir. İşte sende, Kur’an’a uzaktan baktırmakla insanları aldatıyorsun, O büyük yıldızı bir mum gibi gösteriyorsun.
İkinci olarak: Hem kasti olmayan ve üstünkörü bir nazarla bakılsa, gayet imkânsız bir şey, mümkün görünebilir.
Mesela, bir zaman ihtiyar bir adam Ramazan hilâlini görmek için semaya bakmış. Gözüne bir beyaz kıl inmiş. O kılı Ay zannetmiş. “Ay’ı gördüm” demiş. İşte mümkün değildir ki; o beyaz kıl, hilâl olsun. Fakat kasten ve bizzat aya baktığı ve ay’ı görmek istediği ve o saç, ikinci derecede ve dolayısıyla göründüğü için, imkânsızı mümkün telakki etmiş, beyaz kıla “ay” demiş.
Aynen bunun gibi, sende Kur’an’a kastî olmayan bir nazarla baktırıyorsun. Üstün körü inceletiyorsun. Bir kılı göze örtüp, gözün dağı görmesine mani oluyorsun.
Üçüncü olarak: Hem kabul etmemek başkadır, inkâr etmek başkadır. Kabul etmemek bir lakaytlıktır, bir göz kapamaktır ve cahilce bir hükümsüzlüktür. Bu surette çok imkânsız şeyler onun içinde gizlenebilir. Onun aklı onlarla uğraşmaz.
Amma inkâr ise; o kabul etmemek değil, belki o kabul-ü âdemdir, yani yok olduğunu kabul etmektir. Bu bir hükümdür. Onun aklı hareket etmeye mecburdur. O halde senin gibi bir şeytan onun aklını elinden alır. Sonra inkârı ona yutturur.
Hem ey şeytan! Batılı hak ve imkânsızlığı mümkün gösteren gaflet ve dalâlet ve safsata ve inat ve mugâlata ve kendini büyük görüp hakkı kabul etmeme ve aldatma ve görenek gibi şeytanî hilelerle, çok imkansızlıkları netice veren inkâr ve küfrü o bedbaht insan sûretindeki hayvanlara yutturmuşsun.
Hem Kur’an öyle bir kitaptır ki:
-Kuvvetli kanunları ve esaslı düsturlarıyla ruha işleyen emirleri ile ümmeti Muhammed’e iki cihanı fethedecek bir intizam vermiştir.
-Kendisine tabi olanların akıllarını talim ve kalplerini terbiye etmiş, ve ruhlarına hakim olmuştur.
-Bununla da kalmamış vicdanlarını temizleyip tüm aza ve duyguları hak vazifelerde çalıştırmıştır.
-İnsaniyet âleminin semasında yıldızlar gibi parlayan alimlere, sıddıklara, kutuplara ve hakiki insanlara rehberlik etmiş.
-Her vakit hakkı, doğruluğu, emaneti ve emniyeti insanlığa ders vermiş.
-İmanın hakikatleriyle, İslam’ın düsturlarıyla iki cihanın saadetini temin etmiştir.
Ve daha saymakla bitiremeyeceğimiz icraatlar ile kendini âleme kabul ettirmiştir.
Şimdi böyle yüksek meziyetlere sahip bir kitabı haşa yüz bin defa haşa kıymetsiz ve asılsız bir
Düzmece farz etmek şeytanları dahi utandıracak ve titretecek çirkin bir küfür saçmalığıdır.
Hem o kitabı bizlere getiren peygamber öyle bir peygamberdir ki;
-Hayatının sonuna kadar ciddi hareketleriyle Allah’ın kanunlarını âdemoğullarına ders vermiştir.
-Samimi filleriyle hakikatin düsturlarını tüm beşeriyete öğretmiş
-Halis ve makul sözleriyle istikameti ve ebedi saadetin yollarını göstermiş.
-Dost ve düşmanların tasdikiyle en küçük bir hileye işaret eden haline rastlanmamış ve
-Emin bir zat olduğu bizzat düşmanları tarafından kabul edilmiş.
-Hayatının her bir safhası şahittir ki Allah’ın azabından çok korkmuş
-Herkesten çok Allah’ı bilmiş ve bildirmiş, sevmiş ve sevdirmiştir.
-İnsanlık âleminin beşte birisine, yeryüzünün yarısına 1400 sene haşmetle kumandanlık etmiş ve halende etmektedir.
Şimdi Kur’an’a beşer kelamı demek,
-İnsanlık âleminin bir defa gördüğü ve bir daha da göremeyeceği tüm kâinatın iftihar kaynağı olan bir zatı yani Hz. Muhammed(S.a.v.)i hâşâ yüz bin defa hâşâ sahtekâr, itikatsız, Allah tan korkmaz ve Allah’ı bilmez ve insaniyetin en adi mertebesinde kabul etmek demektir ki bu küfrün ve sapıklığın en karanlık ve en çirkin bir suretidir.
İşte ey şeytan ve ey şeytanın talebeleri!
Kur’an, ya arş-ı âzamdan ve ism-i âzamdan gelmiş bir kelâmullahtır veyahut -hâşâ sümme hâşâ, yüz bin kere hâşâ- yerde sahtekâr Allah’tan korkmaz ve Allah’ı bilmez, itikatsız bir beşerin düzmesidir.
Bu ise ey şeytan! Geçmiş delillere karşı bunu sen diyemedin ve diyemezsin ve diyemeyeceksin. Öyle ise mecburiyetle ve şüphesiz Kur’an, kâinatı yaratan Allah’ın kelâmıdır. Çünkü ortası yoktur ve imkânsızdır ve olamaz. Bunu kat’î bir surette ispat ettik, sen de gördün ve dinledin.
Hem Muhammed (S.a.v.), ya Resulullah’tır ve bütün Resullerin en mükemmeli ve bütün mahlûkatın en üstünüdür. Bu kabul edilmediği taktirde hâşâ yüz bin defa hâşâ Allah’a iftira ettiği ve Allah’ı bilmediği ve azabına inanmadığı için itikatsız, aşağıların aşağısına sukut etmiş bir beşer farz etmek lâzım gelir.
Bu ise ey İblis! Ne sen ve ne de güvendiğin Avrupa filozofları ve Asya münafıkları bunu diyemezsiniz ve diyememişsiniz ve diyemeyeceksiniz ve dememişsiniz ve demeyeceksiniz. Çünkü bu şıkkı dinleyecek ve kabul edecek dünya da yoktur. Onun içindir ki, güvendiğin o filozofların en fesatçıları ve o münafıkların en vicdansızları dahi diyorlar ki:
“Muhammed çok akıllı idi ve çok güzel ahlâklı idi…”
Mâdem şu mesele iki şıkka münhasırdır ve mâdem ikinci şık imkansızıdır ve hiçbir kimse buna sahip çıkmıyor ve mâdem kat’î delillerle ispat ettik ki, ortası yoktur. O halde elbette Hz. Muhammed (S.a.v.) Resulullah’tır ve bütün Resullerin en mükemmelidir ve bütün mahlûkatın en faziletlisidir.
İşte ey şeytan! Şimdi bir sözün daha varsa söyle.
Şeytan der:
Bunlara karşı gelemem, müdafaa edemem. Fakat çok ahmaklar var, beni dinliyorlar ve insan suretinde çok şeytanlar var, bana yardım ediyorlar ve filozoflardan çok firavunlar var, benliklerini okşayan meseleleri benden ders alıyorlar.
Senin bu gibi sözlerinin yayılmasına set çekerler. Bunun için sana silâhımı teslim etmem!