4. Tercih hakkı insanın mı, kaderin mi?
Sevgili kardeşlerim, kader hakkındaki eserimizin bu Dördüncü dersinde, cüzi irade konusunu işleyeceğiz.
İnsanda gözüken fiilleri iki kısma ayırabiliriz. Bunlardan bir kısmı tamamen irademiz dışında meydana gelen fiillerdir. Kalbimizin atması, kanımızın dolaşımı, nefes alıp vermek gibi fiilleri bu kısma misal olarak gösterebiliriz. Bu tür fiillere “ızdırari fiiller” denilir. Bu tür fiillere insanın iradesi müdahale etmediğinden dolayı, bu fiiller için herhangi bir mesuliyet veya mükâfat yoktur.
Fiillerimizin diğer kısmı ise, kendi irademizle işlediğimiz fiillerdir. Yemek, içmek, bakmak, konuşmak, yürümek gibi fiillerimiz bu kısma dâhildir. Burada tercih ve seçim hakkımız vardır. Helale bakabileceğimiz gibi, harama da bakabiliriz. Helali yiyebileceğimiz gibi, haramı da yiyebiliriz. Hayrı konuşabileceğimiz gibi, yalan ve gıybet de konuşabiliriz. Bu tür fiillere “ihtiyari fiiller” denilir.
Cüzi irade ise: İhtiyari fiiller dediğimiz bu kısım fiillerdeki tercih kabiliyetimizdir. Yaratılması cihetiyle, ızdırari fiillerde olduğu gibi, ihtiyari fiilleri de yaratan Allah’tır. Fakat ihtiyari fiil ve hareketlerimizde talebimiz söz konusudur. İşte bu talebe cüzi irade denir.
Demek ihtiyari fiillerde insan talep edendir. Allah ise fiili yaratandır. İşte insan bu talebi sayesinde itaatkâr veya isyankâr olur. Başka bir ifadeyle, insanın iradesi fiilin vasfına, Allah’ın kudreti ise fiilin aslına taalluk eder. Mesela yazı yazma fiilinin aslını yaratan Allah’tır. Yazılan, sevap bir şey olabileceği gibi, günah bir yazı da olabilir. Yazı yazma fiilinin faydalı veya zararlı olmasına insan karar vermektedir. Yani insanın iradesi fiilin vasfına, Allah’ın kudreti ise fiilin aslına taalluk etmektedir. İnsan neye karar vermişse, Allah da yazıyı onun kararına göre yaratmaktadır. Onu mesul eden de bu tercihi ve kararıdır.
Şimdi cüzi iradenin mahiyetine dair üç farklı misal vereceğiz. Dersimizin daha faydalı geçmesi için, misalleri ikinci bir sesle dinleyeceğiz. İlk önce Birinci misali dinleyelim ve daha sonra üzerine konuşalım.
Bir padişahın misafirhanesinde bulunduğumuzu farz ediyoruz. Bu misafirhanenin her katında ayrı ayrı nimetler ve ihsanlar sergileniyor olsun. Ve yukarıya doğru çıktıkça bu nimet ve ihsanların çoğaldığını görüyoruz. Bu misafirhanenin alt katında ise nimete mukabil cezanın, ihsana mukabil de azapların olduğunu farz ediyoruz. Yukarı katlara çıkmak için de aşağı katlara inmek için de tek yol, asansöre binmek ve ulaşmak istediğimiz katın düğmesine basmaktır.
Şimdi bizler asansördeyiz ve asansörün üst katlara çıkaran bir düğmesine bastık ve asansör bizi o kata çıkarttı. Ya da bizi aşağı katlara indirecek bir düğmeye bastık ve asansör bizi o kata indirdi. Ayrıca şunu da unutmamak gerekir ki, üst katlara çıkmak için bir düğmeye basan kişi dilerse, fikrini değiştirip kendisini alt kata indirecek bir düğmeye basabilir ve alt katlara inmeye başlar. Ya da alt katlara kendisini indirecek bir düğmeğe basan kişi dilerse ve daha yolculuğu bitmemişse, asansörün üste çıkartan düğmelerinden bir düğmesine basarak üst katlara ulaşabilir.
Şimdi durumumuzu inceleyelim: Asansörü biz yapmadık ve onu kendi kuvvetimizle hareket ettirmiyoruz. Ancak asansör de kendi kendine hareket etmiyor. Biz irademizi kullanarak bir düğmeğe basıyoruz ve asansör bizi o kata ulaştırıyor.
O hâlde “Asansörü ben hareket ettiriyorum ve asansör benim kuvvetimle çalışıyor.” diyemeyeceğimiz gibi, “Bu asansör kendi kendine hareket ediyor; dilerse beni üst kata, dilerse beni alt kata indiriyor, elimde hiçbir şey yok.” da diyemeyiz. Evet, birinci sözü söyleyerek asansörü kendi kuvvetimizle hareket ettirdiğimizi iddia edemeyiz. Çünkü asansörü hareket ettirmek ve onu icat etmek için gereken kuvvetin binde biri değil, milyonda biri bile bizde yoktur. Değil asansörü kendi kuvvetimizle hareket ettirdiğimizi iddia etmeyi, belki ona binmemiz bile kendi kuvvetimizle olmamıştır. Bu misafirhanenin merhametli sultanı bizi, hiçbir kuvvet ve müdahalemiz olmaksızın bu asansöre bindirmiştir. Bizler bu sözü söyleyemeyeceğimiz gibi ikinci söz olan, “asansörün hareketinde hiçbir müdahalemizin olmadığını, asansörün kendi isteğine göre bizi dilediği katlara çıkardığını” da iddia edemeyiz. Zira asansör, bizim bastığımız ve çıkmak istediğimiz kata bizi çıkarmaktadır. Bizi, istemediğimiz ve düğmesine basmadığımız hiçbir kata çıkartmamaktadır.
O hâlde en doğru söz şudur: “Asansörü biz hareket ettirmiyoruz ve asansör bizim kuvvetimizle çalışmıyor. Ancak biz asansörün çıkacağı ve ineceği katları irademizle belirliyor ve düğmeye basıyoruz.” O hâlde çıkacağımız ve ineceğimiz katı biz tayin etmiş olmaktayız. Asansör ise bizim tayinimize ve talebimize göre hareket etmektedir.
Şimdi geldik temsildeki hakikatlerin izahına:
Bu misaldeki misafirhane, bu dünyadır ve şu güzel âlemdir… Misafirhanenin sahibiyse, Allah Teala’dır… Misafirhanenin üst katları, bizi cennete ulaştıracak ameller; alt katıysa, bizi cehenneme düşürecek günahlardır… Asansör ise, Allah’ın irade ve kuvvetidir. Asansörün düğmesine basmak da Allah’tan o fiilin yaratılmasını istemektir. İşte bu, cüzi iradedir.
Cüzi irademizle Kur’an’ın başına oturduğumuzda ve Kur’an okumayı talep ettiğimizde, Allah da kuvvetiyle “Kur’an okumak” fiilini yaratmaktadır. Yani biz bu hâldeyken, asansörün üst düğmesine basmış ve asansör de bizi o kata çıkartmıştır. Ağzımızın hareketinden tutun, okuduğumuz Kur’an’a kadar her şey Allah’a aittir. O’nun yaratması ve icadı ile meydana gelir. Bize düşen tek şey, bu vaziyetin yaratılmasını tercih ve talep etmemizdir. Bu tercih ve talebe cüzi irade denilir.
Eğer biz Kur’an’ın başına oturacağımıza, okunması haram olan bir kitabın başına oturmuş olsaydık, bu sefer cüzi irademizle, asansörün alt katlarına indiren bir düğmeye basmış, yani o fiilin Allah tarafından yaratılmasını talep etmiş olacaktık. Allah da imtihan dünyası olmasından dolayı bu fiili yaratacaktı. Allah’ın yaratması, bizim isteğimize yani cüzi irademize tabi olduğundan dolayı biz mesul olmaktayız…
Şimdi cüzi iradenin mahiyetine dair İkinci misalimizi görelim:
Bir rıhtımda padişahın gemilerinin dizildiğini ve bu rıhtımın karşısında iki adanın olduğunu farz ediyoruz. Padişah, kaptanların sağdaki adaya gitmelerini emretmiş ve soldaki adaya gitmelerini yasaklamış olsun. Kaptanları emrine itaat hususunda bir imtihana tabi tutan padişah, imtihanın bozulmaması için de soldaki adaya gidenlere mâni olmasın.
Gemiler aynı cihazlarla donatılmış ve her iki adanın yolu da açık tutulmuş olsun. Diğer taraftan, gemilerin seyahati için gerekli her türlü ihtiyaç ve yakıt yine padişah tarafından temin edilsin. Kaptanın burada yapacağı tek şey, dümeni çevirmek ve gideceği adayı seçmektir. Onu o adaya ulaştıran gemi de geminin hareketi de sultana aittir.
Eğer o kaptan, padişahın emrine uyarak sağdaki adaya giderse orada çeşit çeşit sofralarla, nimetlerle karşılaşacaktır. Eğer sol taraftaki adaya giderse, vahşi canavarların hücumuna hedef olacak ve görevli memurlar tarafından çeşitli cezalara çarptırılacaklardır. Her bir kaptan, padişahın dümenci bir neferi olarak gemiye rota verme ve istediği adaya gidebilme durumundadır. Bir kaptan hangi adaya gitmek isterse, gemi onun vereceği rota ile oraya yönelecek ve deniz gemiyi o adaya kadar sırtında taşıyacaktır.
Şunu da belirtelim ki, kaptan yolculuğun her anında rotayı değiştirme hakkında sahiptir. Mesela sol adaya doğru yol alırken, rotasını sağ adaya ya da sağ adaya doğru yol alırken, rotasını sol adaya çevirebilir.
Şimdi durumu inceleyelim: Gemiyi, kaptan kendi kuvveti ve gücüyle hareket ettirmemektedir. Zira geminin hareketi için gerekli kuvvet onda olmadığı gibi, geminin ihtiyaçlarını da tek başına karşılaması mümkün değildir. O ne gemiyi yapmıştır ne denizin sahibidir ne de gemideki diğer aletlerin; bunların hepsi sultana aittir.
Bununla birlikte gemi de kaptanın iradesi olmaksızın tek başına hareket etmemektedir. Kaptanın tercihi gemiye yön vermektedir. Şimdi kaptan şunu diyemez: “Bu gemiyi kendi kuvvetimle idare ve sevk ediyorum.” Zira buna gücü yetmez. Ancak şunu da diyemez: “Gemi benim irademin dışında yol alıyor, istediği adaya beni zorla götürüyor. Ben geminin hareketinden mesul değilim.” Evet, bunu diyemez. Zira gemi onun tercihine göre yol almaktadır. O hâlde en doğru söz şudur:
“Ben geminin ve içindeki cihazların sahibi değilim, onlar sultanımındır. Ben sadece bu gemiye rota belirleyen dümenciyim. Lakin öyle bir dümenciyim ki, geminin her hareketi benden sorulacak. Çünkü gemi o hareketi benim talebim ve isteğim ile yaptı.”
Şimdi geldik temsildeki hakikatlerin izahına:
Misaldeki rıhtım, bu dünyadır. Sultan ise, Sultan-ı Kâinat olan Allah’tır. Her bir gemi, insandır… O gemideki cihazlar, insana takılan duygu ve azalardır. O iki ada ise; sağdaki cennet ve cennete götüren ameller; soldaki cehennem ve cehenneme götüren amellerdir. Kaptanın gemiye rota vermesi ve dümeni çevirmesi ise cüzi iradedir.
İnsan, ihtiyari fiillerinde eli kolu bağlı bir kaptan gibi hadiselerin denizine atılmış değildir. Vücut gemisinin hareket adasını, kendi cüzi iradesiyle tayin etmekte ve gideceği menzile kendisi karar vermektedir. İşte bu karar verme yeteneğine, cüzi irade denilir…
Şimdi cüzi iradenin mahiyetine dair Üçüncü misalimizi görelim:
Bir çocuğun, bir pehlivanın sırtına bindiğini farz ediyoruz. Karşılarında da iki tane dağ var. Sağ taraftaki dağda lezzetli yiyecekler ve her türlü nimet bulunurken, sol taraftaki dağda ise sadece dikenli yiyecekler ve vahşi hayvanlar bulunuyor olsun.
Bu iki dağdan birisine çıkacak olan çocuğun kendi kuvveti, tek başına bu dağlara çıkmaya yetmeyeceği için, bir pehlivan onu sırtına almış ve çocuğun arzusuna göre hareket ederek onu istediği dağa çıkartacak olsun. Şimdi bu çocuk, her şeyiyle güzel olan sağdaki dağa çıkmak yerine soldaki dağa çıkmayı arzu etti ve o dağa kendisini çıkartmasını pehlivandan istedi. Pehlivan da onu o dağa çıkardı. Ve arzusunun bedeli olarak o dağa çıktıktan sonra da yüzlerce elemle ve korkuyla baş başa kaldı.
Şimdi durumu inceleyelim: Çocuk kendi kuvvetiyle o dağa tırmanmadı, zaten gücü ve kuvveti tek başına o dağa çıkmaya da yetmez. Ancak pehlivan da onu zorla soldaki dağa çıkarmadı. Eğer çocuk sağdaki dağa çıkmak isteseydi, pehlivan da onu sağdaki dağa çıkarırdı. Nitekim birçoğunu sağdaki dağa çıkarmıştır. O hâlde çocuk, ne kendi kuvvetiyle dağa çıktığını iddia edebilir ne de pehlivanın zorla kendisini soldaki dağa çıkardığını söyleyebilir.
Çocuğun söyleyeceği en doğru söz şudur:
“Evet, ben dağa kendi kuvvetim ile çıkmadım, beni bu dağa pehlivan çıkardı. Ancak pehlivan benim irade ve arzumu hiçe sayarak bunu yapmadı. Bilakis o benim talebime uydu. Ben, onun beni soldaki dağa çıkarmasını istedim, o da bunu yaptı. Bu dağa çıkmaktaki bütün mesuliyet benimdir.”
Şimdi geldik temsildeki hakikatlerin izahına:
Misaldeki sağ dağ, cennet ve ona götüren salih amellerdir. Sol dağ ise, cehennem ve cehenneme götüren kötü amellerdir… O çocuk ise, biziz; yani insandır. Pehlivan ise, Allah’ın kudreti ve kuvvetidir…
Evet, biz fiillerimizi, Allah’ın kudretine dayanarak yaparız. Misaldeki çocuğun pehlivanın sırtına binmesi gibi, biz de kudret-i İlahiyyeye binerek işleriz. Çıkmak istediğimiz tepeye bizi çıkarmasını ve yapmak istediğimiz ameli yaratmasını Allah’tan talep ederiz. İşte bu talebimiz cüzi iradedir. Allah da biz neyin yaratılmasını istemişsek, o fiilden razı olmasa da imtihan sırrından dolayı onu yaratır. Burada biz, fiilin yaratılmasını talep edeniz. Allah ise fiili yaratandır. Fiilin yaratılmasına, bizim talebimiz ve isteğimiz sebep olduğundan dolayı da mesul oluruz.
Sevgili kardeşlerim, bu dersimizi burada tamamlayalım. Bir sonraki dersimizde, “Kader değişir mi?” bahsini işleyeceğiz. O derste buluşuncaya kadar hepinizi Allah’a emanet ediyorum.