Dualara İcabet Delili
Hiç mümkün müdür ki, en küçük bir haceti, en küçük bir mahlukundan görüp kemal-i şefkatle ummadığı yerden ihtiyacını karşılayan; en gizli bir sesi, en gizli bir mahlukundan işitip imdat eden; hâl ve dil lisanlarıyla yapılan dualara icabet eden ve nihayetsiz bir şefkatin ve merhametin sahibi olan bir zat; en büyük bir kulundan, en sevgili bir mahlukundan, en büyük hacetini görüp bilmesin, isteğini yerine getirmesin ve en yüksek duayı işitip kabul etmesin? Hâşâ ve kella!
Bu delili yine iki başlıkta inceleyeceğiz:
1. BASAMAK: DUALARA İCABET EDEN ‘MUCİB’ KİMDİR?
Dua iki kısma ayrılır. Birincisi, bizlerin bildiği, dil ile yapılan duadır ki buna “lisan-ı kâl” denilir. İkincisi ise, hâl lisanı ile yapılan duadır ki buna da “lisan-ı hâl” denilir. Hâl dili ile yapılan dualar da üçe ayrılır:
1- İhtiyaç lisanı ile yapılan dualar: Mesela bir çiftçinin toprağı kazması, ihtiyaç lisanı ile yapılan bir duadır. Çifti o hâli ile ihtiyacını Allah’a arz eder. Yine bir kuşun kanat için, bir balığın yüzgeç için, bir ağacın yaprak ve meyve için yaptığı bütün hâlî dualar, lisan-ı ihtiyaç ile yapılan dualardır.
2- İstidat, yani kabiliyet lisanı ile yapılan dualar: Bir yumurtanın kuş olabilmek için, bir tohumun çiçek olabilmek için ve bir çekirdeğin ağaç olabilmek için yaptığı hâlî dualar, kabiliyet lisanı ile yapılan dualara misaldir.
3- Izdırar, yani zorda kalmanın lisan-ı hâli ile yapılan dualar: Bütün ümitlerin kesildiği, bütün sebeplerin sükût ettiği, bütün umutların kaybolduğu ve son derece sıkıntılı anlarda hâl lisanı ile yapılan dualardır. Bu durumlarda kişi âdeta hâli ile yalvarmakta ve bir çıkış yolu istemektedir.
Demek dua ikiye ayrılıyor: Lisan-ı kâl ve lisan-ı hâl. Lisan-ı hâl de kendi arasında üçe ayrılıyor: Lisan-ı ihtiyaç, lisan-ı istidat ve lisan-ı ızdırar.
Ancak hemen şunu belirtelim ki, yapılan bütün dualar da hikmet sebebiyle kabul olmuyor. Mesela bir ıstakoz bir yılda 7 milyar yumurta yumurtluyor. Bütün bu yumurtalar lisan-i istidat ile Allah’a dua eder ve ıstakoz olmak isterler. Eğer hepsinin duasına icabet edilse ve hepsi ıstakoz olsaydı, bir senede denizler ıstakoz ile dolacak ve diğer hayat sahiplerinin hakları zayi edilmiş olacaktı. İşte diğer hayat sahiplerinin de haklarının korunması için, yapılan dualar bir hikmet tahtında kabul ediliyor.
Şimdi delilimizi mütalaaya başlayalım:
Her kim şu âleme dikkat ile baksa görür ki, her dua edenin duasına icabet ediliyor ve her ses işitilip cevap veriliyor.
Mesela hayvanatın ve bitkilerin rızıkları mükemmelen veriliyor ve hiçbiri aç bırakılmıyor. Hatta en zayıfların ve yavruların rızıkları daha mükemmel gönderiliyor. İşte bu, onların lisan-ı ihtiyaç ile yaptıkları dualara bir icabettir. Acaba onların bu dualarına şefkat ve merhamet ile icabet eden ve onları böyle nazeninane besleyen kimdir?
Yine bir kuş kanat istiyor, ona kanat takılıyor. Bir sinek beş bin petekli bir göz istiyor, ona göz veriliyor. Bir karınca arkadaşlarıyla konuşup haberleşebileceği bir telefon istiyor, ona anten takılıyor. İnsan göz istiyor, kulak istiyor, dil istiyor ve hadsiz maddi ve manevi cihaz ve duygular istiyor, ne isterse ona veriliyor. İnsan gibi diğer bütün mahluklar da nihayetsiz şeyler istiyor, istedikleri bitamamiha onlara gönderiliyor. İşte bütün bu istemekler, lisan-ı ihtiyaç ile hâlî bir duadır ki, onların dualarına icabet ediliyor. Acaba bu duaları işiten ve icabet eden perde arkasındaki zat kimdir?
Yine bir tohum çiçek olmak istiyor. Bir çekirdek, toprak altında yarılıp büyümek ve kocaman bir ağaç olmak istiyor. Bir damla su, bir insan olmak istiyor. Bir yumurta, rengârenk bir tavus kuşuna inkılâp etmek istiyor… İşte bütün bunlar, lisan-ı istidat ile yapılan hâlî dualardır ki, hepsine bir hikmet tahtında icabet ediliyor. Acaba onların bu dualarını işiten ve rahmetiyle onları terbiye eden zat kimdir?
Yine bazen oluyor ki, bir bitki susuzluktan kurumaya yüz tutuyor, ona bulut orduları gönderiliyor. Bazen oluyor, bir hayvan nihayetsiz ihtiyaç içinde kıvranıyor, ona sebepler üzerinde hususi imdat ediliyor. Bazen oluyor, bütün dünya sanki insanın üzerine geliyor, her şey onu sıkıyor, hiç ummadığı yerden ona yardım yetiştiriliyor. Bezen oluyor, bütün sebepler sükût ediyor, bütün ins ve cin toplansa yardım edemeyecek oluyor, tam o anda ona yardım ediliyor. Bazen oluyor, bütün tabipler ümidini kesiyor, birden ona şifa ihsan yetiştiriliyor.
Sözün özü: Bazen oluyor, bütün sebepler sükût ediyor, bütün yardım elleri kayboluyor, bütün umutlar tükeniyor ve tam o anda bilinmedik bir yerden yardım ediliyor, imdada koşuluyor. İşte bu, lisan-ı ızdırar ile yapılan hâlî dualara cevaptır.
Acaba kim bu duaları işiten ve zorda kalmış o mahlukların imdadına koşan? Kim bu muztarlara yardım elini uzatan? Kim her zorda kalanı bilen ve sesini işiten? Kim onlara rahmet ile imdat eden?
Yine bazen oluyor, insan ellerini açıp dua ediyor. Matlubunu ve maksudunu ilan edip Rabb-i Rahim’inden istiyor. Bütün sebepleri sırtının arkasına atarak sadece ona yöneliyor, onun huzurunda bükülüyor ve istediği matlubu ona o anda ihsan ediliyor.
Evet, kim var ki “Ben istedim, ama bana verilmedi.” diyebilsin. Hayır, yoktur! Zira hikmet tahtında lisan-ı kâl ile yapılan bütün dualara da icabet edilir. İcabet edilmedi zannedilenlerin bir kısmı ya ahirete bırakılır ya da kişinin istediğinden daha iyi bir surette ona verilir.
Mesela o bir erkek çocuk ister, Allah-u Teâlâ ona Hz. Meryem gibi bir kız çocuğu verir. Bu durumda “Duası kabul olmadı.” denilmez, “Duasına daha iyi bir surette icabet edildi.” denilir.
Hem bazen olur, kişi kendisine zarar verecek bir şeyi ister. Mesela zenginlik ister, ama zengin olunca azacağını bilmez. Lakin her şeyin akıbetini en iyi bilen Allah-u Teâlâ kulunun azacağını bilir ve o kuluna merhameten istediği zenginliği ona vermez, bu duasını ahirete bırakır, onu ahiretin zengini eder.
Hem bazen kişi kendi dünyasının saadeti için dua eder, ama duası ahiret için kabul olunur. Ona ahiretin saadeti verilir. Bu durumda “Duası reddedildi.” denilmez, belki “Daha faydalı bir surette kabul edildi.” denilir.
Madem Cenab-ı Hak Hakîm’dir. Biz O’ndan isteriz, O da bize cevap verir. Fakat hikmetine göre bize muamele eder. Hasta, tabibin hikmetini ittiham etmemeli. Hasta bal ister, mütehassıs tabip, sıtması için ona sulfato verir. Bu durumda, “Tabip beni dinlemedi.” denilmez. Belki o tabip, hastanın âh-ü fizârını dinledi, işitti ve cevap verdi, maksudunun en iyisini yerine getirdi.
Buraya kadar yaptığımız izahattan anlaşıldı ki perde arkasında bir zat var, her sesi işitir, her duaya cevap verir, en küçük bir ihtiyacı, en küçük bir mahlukundan işitip ona yardım eder, duasına icabet eder. Bunun delili, lisan-ı kâl ve lisan-ı hâl ile yapılan bütün dualara bir hikmet tahtında icabet edilmesidir.
Şimdi, bu hakikatin ve Mucib isminin ahireti gerektirmesini geçelim.
2. BASAMAK: MUCİB İSMİNİN AHİRETİ GEREKTİRMESİ
Demek, bu âlemin sahibi Mucib’tir, yani her duaya cevap verir ve icabet eder; her sesi işitir ve o sesin sahibine imdat eder. Acaba hiç mümkün müdür ki, Allah-u Teâlâ en küçük bir haceti, en küçük bir mahlukundan görüp kemal-i şefkatle ummadığı yerden ihtiyacını karşılasın; en gizli bir sesi en gizli bir mahlukundan işitip ona imdat etsin; hâl ve dil lisanlarıyla yapılan bütün dualara bir hikmet tahtında icabet etsin ve bu muameleleriyle nihayetsiz şefkatini ve merhametini ispat etsin de, sonra en makbul kulları olan insanların dualarına icabet etmesin? Ve bilhassa insanlar içindeki en büyük kul ve en sevgili mahluk olan Hz. Muhammed (s.a.v.)’in ebedî saadet için yaptığı duaları görüp bilmesin, isteğini yerine getirmesin ve o en yüksek duayı işitip kabul etmesin? Hâşâ ve kella!
Evet, her kim kendi kalbini ve ruhunu dinlese, “ebed, ebed, ebed” sesini ve duasını ondan işitecektir. Nasıl ki, midenin açlık lisanıyla yaptığı dualar, hadsiz yiyeceklerin yaratılmasına bir sebep olmuş ve midenin lisan-ı ihtiyaç ile yaptığı duaya, yeryüzü bir sofra yapılarak icabet edilmiş. Aynen bunun gibi, kalp, ruh, akıl ve diğer bütün latifeler de ebed için dua etmekte ve ebedî saadeti hem ihtiyaç lisanıyla, hem istidat lisanıyla hem de ızdırar lisanıyla istemektedirler.
Acaba hiç mümkün müdür ki, Cenab-ı Hak, en hakir bir mahluk olan bir sineğin, kanat gibi en basit bir ihtiyacı için yaptığı duayı işitsin ve ona kanat takmakla duasına icabet etsin de, bütün insanların lisan-ı kâl ve lisan-ı hâl ile yaptıkları ebedî saadet ve cennet duasını işitmesin, icabet etmesin? Yani sivrisineğin sesini işitsin, ama gökyüzünün sesini işitmesin, bu hiç mümkün müdür?
Elbette değildir, öyleyse icabet edecek ve etmiştir ve o duaların hürmetine, kendisine bir çiçeği yaratmak kadar kolay olan ahireti ve cenneti yaratmıştır.
Bilhassa, ebedî saadet için dua edenler içinde kendi dostları olan peygamberler ve evliyalar vardır. Ve o peygamberler ve evliyaların içinde öyle bir zat vardır ki, o zat şu âlemin yaratılışının bir sebebi ve şu âlemin sahibinin en sevgili ve makbul kuludur. O, Hz. Muhammed (s.a.v.)’dir. Hiç mümkün müdür ki, Cenab-ı Hak, “Habibim!” dediği bu zatın ebed için yaptığı duayı kabul etmesin ve onun duasının hürmetine cenneti yaratmasın?
Eğer ahiretin yaratılması için hesapsız sebepler ve gerekçeler ve ahiretin varlığına hadsiz deliller olmasaydı bile, yalnız şu zatın tek bir duası ahiretin yaratılması için kâfi gelecekti ve ahiretin varlığını ispata yetecekti.
Zira öyle bir zattan istiyor ki, O’nun için cenneti yaratmak, baharımızın icadı kadar ona kolaydır. Evet, bahar mevsimini bir mahşer meydanı yapan ve yüz binlerce mahlukatı hiçten icad ederek, haşrin yüz bin numunelerini bizlere gösteren bir Kadîr-i Mutlak’a, cennetin icadı nasıl ağır olabilir?
Demek, nasıl ki Peygamberimiz’in risaleti şu imtihan meydanının açılmasına sebebiyet verdi; aynen onun gibi, ubudiyeti ve duası dahi, ahiretin açılmasına sebebiyet veriyor.
Bizler “Marmara Eğitim” olarak, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in Allah’ın Resulü ve sevgilisi olduğu hususunda özel bir eser hazırladık ve bu eserde iki kere iki dört eder katiyetinde Efendimiz’in risaletini ve peygamberliğini ispat ettik. Bu sebeple, Efendimiz’in hakkaniyeti bahsine burada girmiyor ve o esere havale ediyoruz.
Şimdi, bu delili şöyle maddeleyerek pekiştirelim:
1. İnsanların, hayvanatın ve bitkilerin, hâl lisanı ve kâl lisanı ile yaptıkları dualara bir hikmet tahtında icabet edilmektedir.
2. Bu icabet, perde arkasındaki bir zatı, dualara icabet eden manasındaki “Mucib” ism-i şerifi ile bizlere tanıttırır.
3. Madem o zat Mucib’tir, her duaya icabet eder ve en adi bir mahlukunun en basit bir isteğini yerine getirir. O hâlde elbette ahiret için yapılan dualara da icabet edecektir.
4. Bilhassa ahiret ve ebedî saadet için dua edenlerin içinde, o zatın en sevgili kulu ve en makbul mahluku olan Hz. Muhammed (s.a.v.) de vardır ve bu zat; bütün peygamberleri ve ümmetini duasında arkasına almış ve o zatlara da “Âmin” dedirtmekte ve duasının kabulü için esma-i ilahiyeyi şefaatçi yapmaktadır. Elbette, bu duanın red olunarak ahiretin yaratılmaması mümkün değildir.