İtikada Dair Muhtelif

İslamoğlu’nun “Makâm-ı mahmûd” uydurması

Sevgili kardeşlerim, bu dersimizde, Mustafa İslamoğlu‘nun “makâm-ı mahmûd” hakkındaki sözünü tahlil edecek ve sözünün ne kadar yanlış olduğunu göstereceğiz. Önce Mustafa İslamoğlu ne diyor, sözüne dinleyelim:

“Evet, seni övülmüş bir makama ulaştırır, Medine’ye ulaştırır yani. Öyle böyle uçtu kaçtı değil yani. İşte müfessirlerin ve bugünkü Batınilerin istismar ettiği gibi makâm-ı mahmûd orada Medine’dir.”

İşittiniz… Makâm-ı mahmûd Medine’ymiş. Bütün müfessirler makâm-ı mahmûdu, şefaat makamı olarak izah ederken, Mustafa İslamoğlu “Medine’dir” diyor. Ona şunu sormak istiyorum:

– Medine olduğuna delilin ne? “Bize bir hadis göster.” Desem, gösteremezsin. “Hadi hadis gösteremiyorsun, öyleyse icmadan göster, makâm-ı mahmûda Medine diyen alimlerin isimlerini say.” desem, bunu da yapamazsın. O halde makâm-ı mahmûdun Medine olduğuna neyle hükmediyorsun? Zannınla mı, vehminle mi, nefsinle mi, neyle?

Bak şimdi sana, makâm-ı mahmûdun Medine olamayacağını kati bir şekilde ispat edicem. Makâm-ı mahmûd Medine olmaz; çünkü:

1. Ayetin Arapçasına bakalım:

عَسَى أَنْ يَبْعَثَكَ رَبُّكَ مَقَامًا مَحْمُودًا Umulur ki Rabbin sana makâm-ı mahmûdu verecektir.

Arapça bilmeyenler için şu konuyu kısaca ifade edelim. Arapçada isimler, bilinip bilinmemezlik cihetinden ikiye ayrılır: Nekra ve marife… Nekra: Belirsiz bir kimseyi veya belirsiz bir şeyi gösteren isimlerdir. İngilizce bilenler için; Arapçada nekra, İngilizcede “a, an” ile kullanılan isimler gibidir. Marife, nekranın zıddıdır. Belirli bir kimseyi veya nesneyi gösteren isimlerdir. Yine İngilizce bilenler için; Arapçada marife, İngilizcede “the” ile kullanılan isimler gibidir. Başında elif-lam ( اَلْ ) takısı bulunan isimler marifedir.

Mesela, قَلَمٌ dediğimizde, bilinmeyen herhangi bir kalemi kastederken, اَلْقَلَمُ dediğimizde, bilinen, belli olan bir kalemi kastederiz.

Yine mesela, كِتَابٌ  dediğimizde, bilinmeyen herhangi bir kitapı kastederken, اَلكِتَابُ   dediğimizde, bilinen, belli olan bir kitapı kastederiz…

Bu izahtan sonra, şimdi ayetin Arapçasına bir daha bakalım:

عَسَى أَنْ يَبْعَثَكَ رَبُّكَ مَقَامًا مَحْمُودًا Umulur ki Rabbin sana makâm-ı mahmûd’u verecektir.

مَقَامًا مَحْمُودًا  ifadesinde  مَحْمُودًا  kelimesi, “övülmüş” manasında olup مَقَامًا  kelimesinin sıfatıdır. مَقَامًا kelimesi, marife değil, nekradır. İşte kelimenin nekra olmasından anlarız ki, bu makam, bildiğimiz bir makam değildir. Eğer bildiğimiz bir makam olsaydı, kelime  مَقَامًا şeklinde nekra olarak değil;  اَلْمَقَامَ şeklinde marife olarak gelirdi. Eğer  مَقَامًا kelimesiyle Medine kastedilseydi, kelime nekra olmaz, marife olurdu. Çünkü Medine bilinen bir yerdir ve herkesin malumudur. Bilinen bir yer, Arapça nekra bir kelimeyle ifade edilmez.

2. Şimdi de makâm-ı mahmûdun niye Medine olamayacağının ikinci izahını yapalım:

مَقَامًا مَحْمُودًا  ifadesindeki  مَحْمُودًا  kelimesi “övülmüş” manasındadır. Mesela, siz birisine bir iyilik yapsanız; sizden iyilik gören de sizi övse ve medh-ü sena etse, bu durumda siz mahmud olursunuz. Demek hamd, iyiliğe karşı yapılan övgü ve medh-ü senadır. Övülene ve medh edilene de “mahmud” denilir. Mahmudun manasını bu şekilde öğrendikten sonra, şimdi size soruyorum, “Medine mahmud olabilir mi?” Elbette olamaz.

Hamd kelimesi türevleriyle birlikte Kur’an’da altmış beş defa geçmiş:

حمد  şekliyle kırk üç defa,  حميد şekliyle on yedi defa,  يُحمدوا ، حامدون ، أحمد ، محمّد ، محمود       şekilleriyle de birer defa geçmiş. Bu altmış beş kullanımda, bir defa da olsa cansız bir varlık için, yer için, mekân için bu sıfat kullanılmamış.

O halde Ey Mustafa İslamoğlu, sen  محمود  kelimesini nasıl Medine’nin sıfatı yapıyorsun? Hiç mi Kur’an bilgin yok?..

3. Şimdi, makâm-ı mahmûdun şefaat makamı olması gerektiğinin üçüncü izahını yapalım:

Bu izah, Fahreddin-i Râzi Hazretlerinin izahıdır. Râzi Hazretleri şöyle der:

İnsan, ancak birisi ona hamd edip methüsena ettiği zaman mahmud olur. Hamd ise, nimete ve iyiliğe karşı yapılır. Demek, ayette bahsedilen makâm-ı mahmûd, Hz. Peygamber (asm)’in, bir grup insana iyilikte bulunup, o insanların da bu iyilikten ötürü Onu övdükleri bir makamdır.

Bu iyilik, Hz. Peygamber (asm)’in dini tebliğ etmesi olamaz. Çünkü bu zaten mevcuttu. Ayetteki “umulur ki” ifadesi, bir ümit vermedir. İnsanı, kendisinde bulunan bir şeyi vaat ederek ümitlendirmek imkansızdır. Kendisinden ötürü mahmud olunacak, yani methüsena edilecek nimetin, insanlara daha sonra ulaşacak bir nimet olması gerekir. Bu da Hz. Peygamberin, Allah yanında ümmetine şefaatçi olmasıdır.

Hz. Peygamberin şefaat için gayreti, insanları O’nu methüsena etmeye yöneltir; böylece de O “mahmud” olur. Makâm-ı mahmûd, Peygamberimiz (asm)’in şefaat etme iyiliğine karşı, insanların ona yaptığı teşekkür makamıdır. Ayetin lafzı bu manayı çok kuvvetli bir biçimde hissettirip, aynı hususta sahih hadisler de bulununca, ayeti bu manaya hamletmek vacip olur. Razi Hazretlerinin izahı burada tamamlandı.

Şimdi Mustafa İslamoğlu’na bir de şunu sormak istiyorum:

Bütün Müslümanlar her ezanın sonunda,   وابعثه مقاما محمودا الذي وعدتهEy Allah’ımız, O’nu yani Peygamberimizi makâm-ı mahmûda ulaştır, diye dua ediyor. Biz Allah’a, Peygamberimizi Medine’ye ulaştırması için mi dua ediyoruz. Yahu Efendimiz vefat etti, zaten Medine’de meftun. Eğer makâm-ı mahmûd Medine’yse, bu duanın ne manası var?

Kardeşlerim, ulaşabildiğiniz bütün tefsirlere bakın; İbni Kesir’e, Taberi’ye, Tefsir-i Kebir’e, Elmalıya, hangi tefsire ulaşabiliyorsanız, onu açın, İsra suresinin 79. ayetinin tefsirine bakın, ve makâm-ı mahmûdun manasını okuyun. Bilaistisna hepsinde, “Makâm-ı mahmûd şefaat makamıdır.” sözünü göreceksiniz. Evet, bütün müfessirler; İbni Abbas, İmam Mücahid, Hasan-ı Basri, İmam Katade, Taberi, Fahreddin-i Razi ve diğer bütün alimler,”Makâm-ı mahmûd, şefaat makamıdır.”derler ve sözlerini hadis-i şeriflerin beyanıyla ispat ederler. Ben sözü uzatmamak için hadislere girmiyorum.

Şimdi size bir soru sorucam:

– Makâm-ı mahmûd’la Medine arasında hiçbir alaka yokken, Mustafa İslamoğlu Medine’yi nereden çıkardı?

Şuradan çıkardı: Mustafa İslamoğlu’nun şefaat hakkındaki itikadı, Şia’nın itikatta mezhebi olan Mutezilenin itikadıdır. İslamloğu bu konuda Muteziledir, şefaati inkar eder. İyi de şefaati inkar edince, şefaat makamı olan makâm-ı mahmûdu ne yapacak? Bir şey uydurması lazım, “Bari Medine diyeyim, Müslümanlar Medine’ye saygı duyar, Medine dersem inanırlar.”diye düşünmüş ve uydurmuş.

Ben de İslamoğlu’na derim ki: Uydurman boşunadır. Çünkü sadece makâm-ı mahmûda yanlış mana yükleyip şefaati inkar edemezsin. Güneş balçıkla sıvanmaz. Bizler, şefaatin hak olduğuna dair otuz altı videoluk bir eseri hazırladık ve ehlisünnetinanci.com sitemize koyduk. Bu eserle, “Şefaat yoktur.” sözünün bel kemiğini kırdık, artık bir daha toparlanamaz.

Sevgili kardeşlerim, bu dersimizi burada tamamlayalım. Başka bir derste görüşünceye kadar hepiniz Allah’a emanet olunuz…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu