Cenab-ı Hakk’ın vücub-u vücudunu ve ezeliyetini ve ihatalı sıfatlarını azametleri için kabul edemeyen adam… (7.Şua)
Cenab-ı Hakk’ın vücub-u vücudunu ve ezeliyetini ve ihatalı sıfatlarını azametleri için kabul edemeyen adam, ya hadsiz mevcudata, belki nihayetsiz zerrelere o vücub-u vücudu ve ezeliyeti ve uluhiyyet sıfatlarını vermekle küfrünü itikat edebilir. Veya ahmak sofestailer gibi hem kendini hem kainatın vücudunu inkar ve nefi etmekle akıldan istiğna etmelidir. (7.Şua)
KELİMELER: VÜCUBU VÜCUD: varlığının gerekli ve vacip olması EZELİYET: varlığının başlangıcının olmaması, yaratılmamış, ezelde var oluş İHATA: kapsama, içine alma AZAMET: büyüklük HADSİZ: sınırsız, sonsuz MEVCUDAT: varlıklar ZERRE: atom ULUHİYYET: ilahlık İTİKAD ETMEK: inanmak SOFESTAİ: hem kendilerini hem de kâinatı inkâr eden ve her şeyin hayal olduğunu iddia eden filozoflar grubu NEFİ: inkâr İSTİĞNA ETMEK: vazgeçmek
Üstadımızın mezkûr beyanına göre, Cenab-ı Hakk’ı inkâr etmek, ancak üç şeyi kabul etmek ile mümkündür.
1- Hadsiz varlıklara hatta zerrelere dahi vücub-u vücudu vermek,
2- Ezeliyeti vermek,
3- Uluhiyyet sıfatlarını vermek.
Şimdi bunların ne manaya geldiğini sırasıyla anlamaya çalışalım:
Vücub-u vücudu vermek: Bu cümlenin anlaşılabilmesi için vücud mertebelerinin bilinmesi gerekir ki, yokluğu da vücud mertebelerinden biri sayarsak, vücud mertebelerini üçe ayırabiliriz. Bu mertebeler: Vacib, mümkün ve mümtenidir. Malum olan bir hakikat ya vaciptir, ya mümkündür, ya da mümtenidir.
Mesela, bir heykelin, bir ustasının olması gerekir. Zira eser müessirsiz, harf kâtipsiz, nakış nakkaşsız ve iğne ustasız olmaz ve olamaz. Bu ustanın varlığı vaciptir. O olmadan, heykel olamaz. Heykelin varlığı, ustayı zaruri kıldığından dolayı, ustanın vücud mertebesi vaciptir.
Heykelin vücud mertebesi ise “mümkün”dür. Zira heykelin vücud bulup bulmaması, müsavi ve eşittir. Usta yaparsa vücud bulur, yapmazsa yoklukta kalır. Heykelin yokluktan varlığa çıkması için bir ustaya ihtiyacı vardır. Bu mertebedeki vücuda “mümkün” denir.
Heykelin ustasız olması ise mümteni, yani imkansızdır. Zira usta olmadan, heykel olamaz.
Demek ustasının vücudu “vacip”, heykelin vücudu “mümkün” ve heykelin ustasının olmaması “mümteni”dir.
Başka bir misal verecek olursak, bir kitabın kâtibinin olması vacib, kitabın kendisi mümkün, kâtibinin olmaması ise mümtenidir.
Ya da bir resmin ressamının olması vacib, resmin kendisi mümkün, ressamın olmaması ise mümtenidir.
Kainat da bir heykel, bir kitap ve bir resimdir. Bir eserin, müessirsiz olamaması gibi, kainat da müessirsiz, failsiz ve mûcidsiz olamaz. Bu mûcidin vücud mertebesi vacibtir. Bu mûcid ise, ezel ve ebed sultanı olan Allah-u Teala’dır. Demek bu âlem varlığı ile vacibu-l vücud olan Allah-u Teala’yı bizlere tanıttırır.
Âlem ve içindeki mevcutların vücudu ise “mümkün”dür. Olabilirdi veya olmayabilirdi. Allah olmasını istedi ve oldu. Eğer Allah yokluğunu irade etseydi, asla var olamazdı. Var olmak için Allah’ın kudretine ihtiyacı vardı. Varlığı ve yokluğu müsavi iken, Allah-u Teala “Ol” dedi ve o anda oldu. Kendi kendine var olamadığı ve varlığı için başka bir kuvvete ihtiyacı olduğundan dolayı, âlem ve içindeki eşyanın vücud mertebesi “mümkün-ü vücud”dur.
Bu kainatın bir sanatkarının olmaması ise mümteni, yani imkansızdır. Bir iğne bile ustasız olamazsa, şu kainatın ustasız olması elbette mümkün olmaz. Bu meseleler, Risale-i Nur’da izah edildiğinden bu pencereleri açmıyor ve meseleyi uzatmayarak tekrar izahına çalıştığımız cümleye dönüyoruz.
Anlamaya çalıştığımız cümle şuydu: Cenab-ı Hakk’ın vücub-u vücudunu… azametleri için kabul edemeyen adam, ya hadsiz mevcudata, belki nihayetsiz zerrelere o vücub-u vücudu… vermekle küfrünü itikad edebilir.
Yani Allah’ı inkâr edebilmek için, varlıklara “mümkün” demek yerine, “vacib” dememiz gerekiyor. Zira “mümkün” dersek, her mümkün, var olabilmek için bir sebebe ihtiyaç duyduğundan, “Bu mümkünlerin varlığını yokluğuna tercih eden vacib kim?” sorusuna muhatap oluruz. Bu sorudan kurtulmanın tek yolu ise, ahmakçasına, mümkün-ü vücud olan mahlûklara, vacib-ül vücud mertebesini vermektir.
Nasıl ki heykelin ustasını inkar edebilmek için, heykeli usta kabul etmek; kitabın katibini inkar edebilmek için, kitabı katip kabul etmek; resmin ressamını inkar edebilmek için de, resmi ressam kabul etmek gerekir. Yani “mümkün-ü vücud” olan bu eşyaları, “vacib-ül vücud” bilmek gerekir.
Aynen bunun gibi, Cenab-ı Hakk’ı inkar edebilmek için de, mümkün-ü vücud olan şu kainatı, içindeki eşyayı ve hatta zerreleri dahi, vacib-ül vücud kabul etmek gerekir. Bunu kabul edemeyen, kainata “mümkün” demek zorunda kalır. “Mümkün” diyen de, bu mümkünün yokluğunu varlığına tercih eden vacib-ül vücudu, yani Allah’ı kabul etmek zorunda kalır.
Ezeliyeti vermek: Bazıları ezeliyeti, “varlığının başı olmamak” diye tarif etmişlerdir ki, bu tarif eksik olmakla birlikte doğrudur. Eksiktir, çünkü ezelde zaman yoktur ki, başlangıçtan, sondan, önceden, ahirden bahis edilebilsin. Doğrudur, zira Allah yaratılmamış, bizatihi kayyumdur.
Allah’ı inkâr edebilmek için maddeye ezeliyeti vermek ve “madde yaratılmamıştır, kendi kendine vücud sahibidir” demek gerekir. Zira bir şey ezeli değilse, hâdisdir (sonradan olmuştur). Hâdis olan ise, bir muhdise (yaratıcıya) muhtaçtır. Maddenin ezeliyeti kabul edilmezse, hâdis ve mümkün olduğuna hüküm edilecektir. Bu ise bir muhdisi, yani Allah’ı kabul ve tasdik ettirecektir. İşte bu sırdan dolayı kelam âlimleri, maddenin ezeli olmadığını ispat ile Cenabı Hakk’ın varlığını ispat etmeye çalışmışlardır.
Bu meseleyi şu misalle daha iyi kavrayabiliriz: Elimize bir kalem alıp, bir kâğıda “A” harfi yazdığımızı farz edelim. Yazdığımız bu “A” harfi hâdisdir, yani sonradan olmuştur. Bir kaç dakika önce yoktu, şimdi ise var. Yani ezeli değildir, hâdisdir. Madem “A” harfi bir kaç dakika önce yoktu, o halde onu yazan bir muhdis (sonradan yaratan) olmalıdır. Muhdis olmadan, “A” harfinin vücud bulması mümkün değildir.
Şimdi eğer siz, “A” harfinin muhdisini inkar etmek istiyorsanız, iki şeyden birini yapmalısınız:
1- “A” harfini inkar etmelisiniz. Zira harfi inkar ettiğinizde, katibi de inkar edebilir ve diyebilirsiniz ki: “ ‘A’ harfi yok ki, katibe ihtiyaç olsun.” İşte felsefecilerin Sofestai denilen kısmı bunu yapmış ve harf hükmünde olan kainatı inkar ederek, her şeyin, hatta kendilerinin dahi hayal olduklarını kabul etmişlerdir. Kâinatı inkâr ettiklerinden, “Hâdis olan bu kâinatı kim yarattı?” sorusuna muhatap olmamışlardır. Zira onlara göre kainat yoktur ki, bir ustaya ihtiyaç olsun. (Kendilerinin ve kainatın hayal olup olmadığını herhalde son nefeste anlamışlardır.)
2- Eğer Sofestailerin yaptığını yapamaz ve sayfadaki “A” harfini inkâr edemezseniz, ustasını inkâr etmek için tek yol kalır, o da: “A” harfinin yazılmamış olup, ezelden beri orada olduğudur. Zira yazılmamış ve kendi kendine ezelden beri varsa, o zaman yine katibe ihtiyaç olmaz.
İşte şu kâinat bir sayfadır. Üzerindeki eşya ise, bu sayfada yazılan harfler hükmündedir. Bu sayfanın kâtibi olan Cenab-ı Hakk’ı inkâr edebilmek için, sayfanın ve içindeki harflerin hâdis olmadığını, ezeli olduğunu kabul etmek gerekir. Eğer eşyaya ezeliyet verilemezse, hâdis olduğu bi-l mecburiye kabul edilecektir. Hâdis olduğu kabul edildiğinde de, “Bu hâdisin muhdisi kim?” sorusu sorulacaktır. Zira bir hâdisin, muhdis olmadan vücud bulması mümkün değildir.
İşte bu sebepten dolayı kâfirler, maddeye ezeliyet vermek zorunda kalmışlardır. Yani Allah’ın ezeliyetini akıllarına sığıştıramayanlar, maddenin ezeliyetini ahmakçasına kabul etmek zorunda kalmışlardır.
Bu izahtan sonra, anlamaya çalıştığımız cümleye bir daha bakalım: Cenab-ı Hakk’ın ezeliyetini… kabul edemeyen adam, ya hadsiz mevcudata, belki nihayetsiz zerrelere o ezeliyeti vermekle küfrünü itikad edebilir.
Üstadımız, kafirlerin bu mezkûr mecburiyetini, yani Allah’ı inkar edebilmek için maddenin ezeliyetini kabul etmek zorunda olduklarını, şu satırlar ile de şöyle ifade ediyor: “Dalalet ne kadar acibdir. Zat-ı zü-l Celalin lazım-ı zarurisi olan ezeliyeti ve hassası olan icadı aklına sıkıştıramayan, nasıl oluyor ki, gayr-i mütenahi zerrata ve aciz şeylere veriyor.” (Nokta)
KELİMELER: DALALET: sapıklık, inkar ZAT-I ZÜL-CELAL: celal sahibi Allah LAZIM-I ZARURİ: zaruri şart EZELİYET: başlangıcı olmamak HASSA: özellik GAYR-İ MÜTENAHİ: sonsuz ZERRAT: zerreler, atomlar
Buraya kadar, Allah’ı inkar edenin, niçin maddenin ezeliyetini kabul etmek zorunda olduğunu anlattık. Şimdi ise, niçin maddeye ezeliyet verilemeyeceğinden bir parça bahis edeceğiz.
Maddeye ezeliyet verilemez. Çünkü:
1- Madde denilen şeyin cismani suretlerden, cisme arız olan ahval ve heyetlerden hali olması imkânsızdır. Evvela madde muhakkak bir mekânda bulunacaktır. Zira mekândan münezzeh bir madde düşünülemez. Ayrıca hareket, sükûn, büyüklük, küçüklük, uzunluk, kısalık, sıvılık gibi hallerin bir kaçından hali olmayacaktır. Bunun aksini düşünmek, yani ne büyük, ne küçük, ne uzun, ne kısa… bir madde düşünmek, maddenin varlığını ortadan kaldırmak olacaktır. Çünkü “Cevher (üzerinde sıfat ve arazların gözüktüğü asıl) veya madde, araz için şart ise de, cevherin veya maddenin varlığı ve bekası araz ile mevcuttur” bir kaidedir. Yani sonradan takılan sıfatlar için, ilk önce asıl maddeye ihtiyaç vardır. Bir başka ifadeyle, ilk önce sayfa olacak, sonra kalem ile süslenecek. Sayfa olmazsa, nakış ve süs de olmaz. İlk önce madde ve cevher olacak, sonra muhtelif sıfatlar ve arazlar olabilir.
Bunun ile birlikte, madde ve cevherin varlığı da arazlar ile mümkündür. Yani sıfatları olmadan bir maddeyi düşünmek de mümkün değildir. Daha geniş bir ifade ile maddenin kendini ayakta tutan suret ve ahvallerden hali olması mümkün değildir.
O halde ezeliyeti dava olunan madde, hâdis (sonradan yaratılan) ve arız (kendine sonradan takılan) suretler ile kaimdir. Buna göre, kadimin (ezeli olanın) hâdis (sonradan yaratılmış) olması veya hâdisin kadim olması lazım gelir. Bu ise muhaldir. Bu anlaşılması zor meseleyi biraz daha açarsak, madde ezeli ise, sıfatlarının da ezeli olması gerekir. Ezeli olan madde, ezeli olmayan ve sonradan yaratılan sıfat ve haller ile var olamaz.
2- Şu âlem daima tazelenmektedir. Her gelen gitmekte ve onun yerine başkası yaratılmaktadır. Bu hale göre ezeli olduğu iddia edilen maddenin, ahval ve sıfatları hâdis olmuş oluyor. Demek madde de hâdisdir. Zira bir şeyin kendisi ezeli olup, sıfatı hâdis olamaz.
3- Eğer maddenin sıfatları ezeli olsaydı, bu takdirde tebeddül (başkalaşmak) ve tegayyürü (değişmek) kabul etmeyecekti. Çünkü birinci konuda ispat edildiği gibi, “Bir şey zatî olsa, onun zıddı ona arız olamaz. Çünkü ictima-i zıddeyn olur. Bu ise muhaldir.” Bu konu orada izah edildiğinden burada kısa kesiyoruz.
4- Cenab-ı Hakk’ın “eşyayı halk etme” fiilinin tecellisi için, eşyanın yokluktan icadı lazım geldiği gibi, musavviriyetin (suret ve şekil vermenin) tecellisi için de suretlerin hâdis (sonradan yaratılmış) olması icab eder. Madde de, sureti de kadim (ezeli) kabul edilince, halk (yaratma) ve tasvir (şekil verme) fiillerinin tecellisi nasıl olacaktır?
Uluhiyyet sıfatlarını vermek: İsim müsemmasız, sıfat ise mevsufsuz olamaz. Yani ortada bir isim varsa, muhakkak o isim ile isimlenmiş bir zat olacaktır. Ve yine ortada bir sıfat varsa, muhakkak o sıfatın bir sahibi olmalıdır.
Mesela, yine kalem ile bir kâğıda bir harf çizdiğimizi düşünelim. Bu fiilde ve sayfadaki “A” harfinde şunlar gözükür:
1- Sayfadaki “A” harfinin varlığı yokluğuna tercih edilmiştir. Zira biraz önce o sayfada “A” harfi yok iken, şimdi bir “A” harfi vardır. Bir şeyin yokluktan varlığa çıkabilmesi, yani varlığının yokluğuna tercih edilebilmesi için ise kâtibinin ve failinin irade sahibi olması gerekir. İrade sahibi olmalıdır ki, varlığını yokluğuna tercih edebilsin. İradesi ve ihtiyarı olmayan bir sanatkârın, sayfadaki “A” harfine kâtip olması ve kâtiplik iddiasında bulunması mümkün değildir. O halde “A” harfinin yoktan icadı, irade sahibi bir kâtibi gerektirir.
2- Sayfadaki “A” harfi, alelade bir çizgi değildir. Manası olan sanatlı bir çizgidir. O halde sanatkârı ve kâtibi olan zatın “ilim” sıfatının olması, yani “âlim” olması gerekir. İlmi olmayanın ve okuma yazma bilmeyenin, mana ifade eden bu “A” harfini yazması mümkün değildir. O halde “A” harfinin yoktan icadı, ilim sahibi bir kâtibi gerektirir.
3- Ayrıca bu sanatkârın “kudret sahibi” olması da gerekir. İradesi ve ilmi olsa ama kudreti ve kuvveti olmasa, mesela felçli olsa ve elini hareket ettiremese, bu “A” harfini yazamazdı. İşte “A” harfi, mevcudiyeti ile kâtibinin “kudret” sahibi bir “kadir” olduğuna da işaret eder.
4- Yine kâtibinin “hayat sahibi” olması gerekir. Zira hayatı olmayanın ilmi, iradesi ve kudreti olamaz. Hayat sahibi olmayan bir taşın yanına bir kalem ve kâğıt koysak ve bir milyon sene onları baş başa bıraksak, sayfada bir “A” harfini göremezsiniz. Demek “A” harfi, varlığı ile kâtibinin “Hayy” (hayat sahibi) olduğuna işaret eder.
Bu misalleri ve “A” harfinin kâtibine yaptığı delaletleri çoğaltabilirsiniz.
Şimdi “A” harfine bir kâtip arayacağız. Eğer biz kâtip olarak, onu çizen insanı inkâr eder ve “Bu A harfini bu kalem yaptı.” dersek, o zaman kâtipte bulunması gereken irade, ilim, kudret ve hayat gibi sıfatları kaleme vermek ve “Bu kalem âlimdir, irade sahibidir, kudret sahibidir, hayatı vardır…” gibi bir hezeyanı kabul etmek zorunda kalırız. Çünkü ortada gözüken isim ve sıfatlar vardır. İsim müsemmasız, sıfat mevsufsuz olamaz. İşte bu yüzden, harfin kâtibi olarak kim kabul edilirse, kâtipte olması gereken ilim, irade, kudret ve hayat gibi sıfatların da o zatta varlığını kabul etmemiz gerekecektir.
Aynen bunun gibi, kâinat da bir harf ve bir kitaptır. Kâtibi olarak Allah kabul edilmezse, bu kitapta gözüken bütün isim ve sıfatları atomlara, sebeplere, tesadüfe, tabiata… vermek, adeta onları uluhiyyet makamına çıkarmak gerekecektir. Bir Allah’ı aklına sığıştıramadığı için kabul etmeyen adam, zerreler ve atomlar adedince ilahları kabul etmek zorunda kalacaktır.
Dilerseniz bu meseleyi bir misal ile izah ederek noktayı koyalım: Kalkık kuyruk adıyla bilinen bir böcekten bahsedeceğim. Bu böceğin de sadece imal ettiği iki ilaca bakacağız. Bu böcek bu ilaçları karınca yuvasına girmek için imal eder. Niyeti yuvaya girmek ve girdikten sonra orada beslenmektir.
Fakat karınca yuvasına girmek o kadar da kolay değildir. Girebilmek için yuvanın kapısındaki nöbetçiyi atlatmak zorundadır. Bu iş için kalkık kuyruk önce yuva girişine yaklaşır. Daha nöbetçi kendisine hücum etmeden önce karnının ucundan salgıladığı bir damla ilacı yere bırakır. Nöbetçi karınca, bu bir damla ilacın tadına bakar bakmaz devranı değişir. Düşman iken dost olur. Evet, bu bir damla ilaç ile kalkık kuyruk, nöbetçi karıncayı kendisine dost yapmıştır. Bundan sonra böcek, karıncaya ikinci ilacı verir. Ona karnını yalatır. Bu ilacın özelliği ise hipnoz etmesidir. İlacı alan karınca, böceğe sadece dost olmakla kalmaz, artık onun hizmetkârı da olur. Kalkık kuyruk karıncanın sırtına biner ve karınca onu yuvanın içine, böceğin istediği yere götürür. Böcek de bu arada taşınmakta kolaylık olsun diye yuvarlanıp top haline gelmeyi ihmal etmez.
Şimdi bu hadisede gözüken isim ve sıfatlara bakalım:
1- Kalkık kuyruğun bu ilacı yapabilmesi için kimyager olması gerekir.
2- Sadece kimyager olması da yetmez. Bu ilacı yapabileceği fabrikayı vücuduna yerleştirebilecek bir ilmi, zenginliği, kudreti… olmalıdır.
3- İlacın karıncaya etkili olabilmesi için karıncanın vücut yapısını da bilmelidir ki ona etki yapacak ilacı üretilebilsin. Demek ilacı yapan zatın entomolojist, yani böcek bilimcisi olması gerekir.
4- Karıncanın yuvasında ihtiyacını karşılayabileceğini bilmesi için ilminin olması gerekir.
5- Bu ilacı böyle etkili yapabilmek için hikmetinin olması gerekir.
6- Bu ilacı karıncaya tattırmadan yuvaya yanaşırsa, karıncanın kendisini öldüreceğini bilmesi için de karıncaların yaşam biçimine vakıf olması ve yıllarca karıncaları araştırması gerekir.
Yani bu ilacı yapan zatın kimyager, âlim, zengin, kadir, hakim… gibi birçok isim ve sıfatlarının bulunması gerekir. Bu sıfatlara sahip olamayan mezkûr ilacı yapamaz.
Acaba bu isimler ve sıfatlar kimindir? Biz “Allah’ındır” diyor ve ilaç yapma fiilinin, Allah’ın bir fiili olduğunu ve Allah’tan başka kimsenin bu hikmetli fiile fail olamayacağını kabul ediyoruz.
Eğer biri çıkar ve tersini söylererek Allah’ı inkâr ederse, o halde “ilaç yapmak” fiiline bir fail göstermelidir. Zira ortada bir fiil vardır ve fiiller failsiz olamaz. Ve gösterdiği failde, mezkûr isim ve sıfatların varlığını da kabul etmek zorundadır. Zira bu isim ve sıfatlara sahip olamayanın, bu fiili gerçekleştirmesi ve bu ilacı imal etmesi de mümkün değildir.
O halde yol ikidir: Ya Allah kabul edilerek, “ilaç yapma” fiili ona isnat edilecek ve “ilaç yapmak” hadisesinde gözüken isim ve sıfatların müsemması ve mevsufu olduğu tasdik edilecek; ya da fail olarak gösterilen şeyde mezkûr isim ve sıfatların varlığı kabul edilecektir. Yani mevhum fail, uluhiyyet makamına çıkartılacaktır. Adeta ona ilahlık makamı verilecektir.
Sözün özü: Ayağı ile bastığı böceğe, Allah’ın ilmi kadar bir ilmi, Allah’ın kudreti kadar bir kudreti, Allah’ın hikmeti kadar bir hikmeti, Allah’ın zenginliği kadar bir zenginliği… verecek ve sonra küfrüne itikad edebilecektir. Bu itikad ile de adeta böceği kendisine bir ilah yapacaktır.
Biz bir böceğe bile değil, sadece bir böceğin yaptığı ilaçta tecelli eden isim ve sıfatlardan bazılarına baktık. Bir de kâinata bakın ve onda tecelli eden isim ve sıfatları görün, sonra o isim ve sıfatlara sahip olabilecek bir fail ve sanatkâr bulmaya çalışın. Semalara çıkın, denizlerin dibine dalın, sahralarda gezin, âlemde bakmadığınız hiçbir taşın altı kalmasın. Acaba kâinatta gözüken bu kadar isim ve sıfatlara sahip olabilecek Allah’tan başkasını bulabilir misiniz?