Bir şey zâtî olsa, onun zıttı ona ârız olamaz. Çünkü ictima-i zıddeyn olur. Bu ise muhaldir. (Ayete-l Kübra)
Üstadımız, haşri (öldükten sonra dirilmeyi) ispat ederken, bu kaideyi zikretmiş ve bu kaideyle Allah’ın kudret ve kuvvetine hiçbir şeyin ağır gelmeyeceğini ispat etmiştir.
Cümlemizi izahtan evvel kelimelere bir göz gezdirelim:
Zâtî: Kendisi ile var olup sonradan takılmayan, zatına ait
Ârız: Sonradan takılan, sonradan olan şey
İçtima-i zıddeyn: İki zıttın bir araya gelmesi
Muhal: İmkansız
Şu âlemde ki hiçbir mahlûkun, hiçbir sıfatı zâtî değildir. Yani zatına ait olmayıp, hepsi Cenab-ı Hakk’ın ihsanıdır ve bir hediyesidir. Zâtî (zatıyla kaim olan) sıfatlar, ancak Allah’a mahsustur. Zira kâinat sonradan yaratılmış ve içindeki mahlûkat da sonradan icad edilmiştir. Yani ezeli değil, hadisdir (sonradan olmuştur). Kendisi ezeli olamayanın, sıfatları elbette ezeli ve zâtî olamaz. Lakin biz burada, üstadımızın mezkûr cümlesinin anlaşılabilmesi için bazı şeyleri zâtî kabul edeceğiz. Her ne kadar o sıfatlar sonradan yaratılmışsa da, yaratıldığı anda o eşyaya takıldığı için bir derece zâtî kabul edilebilir.
Mesela: Güneşin ışığı bir derece zâtîdir. Yaratılması ile beraber, ışığa sahip olmuştur. Bu sebepten, ışığın zıttı olan karanlık ona ârız olamaz; yani karanlık güneşe yaklaşamaz. Çünkü “Bir şey zâtî olduğunda, ona zıddının ona ârız olamaması” bir kaidedir.
Fakat lambanın ışığı, zâtî olmayıp ârızî olduğundan, yani sonradan o cam parçasına takıldığından ve onun bizzat zâtî malı olmadığından dolayı, ışığın zıttı olan karanlık, lambaya ârız olabiliyor.
- Misal: Güneşin harareti bir derece zâtîdir. Güneş, icadıyla birlikte bu sıfata sahip olmuştur. Bu sebepten, sıcağın zıttı olan soğukluk güneşe yaklaşamıyor ve yanaşamıyor. Çünkü bir şey zâtî olduğunda, ona zıddı ona ârız olamaz. Sobanın hararetine gelince, onun sıcaklığı zâtî değildir; yani soba, “sıcak olma” sıfatına, içinde bir madde yakılmasıyla sonradan sahip olmuştur. İşte bu sebepten dolayı, sıcaklığın zıttı olan soğukluk sobaya ârız olabiliyor. Odunu biten soba, bir müddet sonra soğuyor.
3.Misal: Altın ve elmas gibi maddelerin parlaklığı bir derece zâtî olduğundan, solma ve kararma onlara ârız olamıyor. Zira bir şey zâtî olduğunda, onun zıddı ona ârız olamaz. Cilalanmış bir eşyanın parlaklığı ise, ârızî (sonradan) olduğundan, solmaya ve kararmaya mahkumdur. Parlaklığın zıttı olan matlık, o eşyaya yaklaşır ve onu soldurur.
- Misal: Dünyamızın hareket etmesi ve kendi etrafında dönmesi bir derece zâtî olduğundan, hareketin zıttı olan sükûnet ve yerinde durmak, dünyamıza ârız olamıyor. Dünyamız devamlı dönüyor. Fakat bir topacın ya da bisiklet tekerinin hareketi ârızî olduğundan (o eşyalara sonradan takıldığından), yani “dönmek” onların zâti bir sıfatı olmadığından dolayı, hareketsizlik onlara ârız olabiliyor.
NETİCE: Demek bir şey zâtî olursa, onun zıttı ona ârız olamıyor.
Cenab-ı Hakk’ın kudret ve kuvveti zâtîdir, kendindendir. Yani varlığı ile daimdir. Başkasından alınmış veya sonradan kazanılmış değildir. Allah ezeli olduğu gibi sıfatları da ezelidir, nihayetsizdir ve mutlaktır (kayıt altına girmez).
Bu mütalaanın neticelerini şöyle maddeleyebiliriz:
- Madem kudret sıfatı, Allah’ın zâtî bir sıfatıdır; o halde zıttı olan acizlik Allah’a ârız olamaz.
- Ve madem acizlik Allah’a ârız olamaz, o halde Allah’ın kudretinde mertebeler olmaz ve bulunmaz.
- Ve madem kudretinde mertebeler olmaz ve bulunmaz, o halde, eğer hikmeti müsaade ederse, her an binlerce kâinatı yaratabilir. Güneşin ışık verme fiilinde, bir damla ile deryanın veya bir çiçek ile yıldızların farkı olmadığı gibi, Allah’ın kudretine nispeten de az, çok, büyük, küçük, cüz’i, külli birdir. İcatta ve tasarrufta, zerreler yıldızlara eşittir. Bir sineğe hayat vermek ile bütün ölüleri diriltmek aynıdır. Bir çiçeği yarattığı gibi aynı kolaylıkla baharı yaratır. Cenneti dahi aynı kolaylıkla icad eder.
Bu kaideden şu neticeleri de çıkabiliriz:
- Hayat, Allah’ın zâtî bir sıfatıdır. Bu sebepten bu sıfatın zıttı olan ölüm, Allah’a yanaşamıyor ve Allah ebedi oluyor.
- Görmek, Allah’ın zâtî bir sıfatıdır. Bu sebepten bu sıfatın zıttı olan görmemek, Allah’a ârız olamıyor ve Allah her şeyi aynı anda müşahede ediyor, hiçbir şey nazarından saklanamıyor.
- İşitmek, Allah’ın zâtî bir sıfatıdır. Bu sebepten bu sıfatın zıttı olan işitmemek, Allah’a ârız olamıyor ve Allah bütün sesleri, hatta kalbin geçirdiklerini dahi aynı anda işitiyor.
- Allah’ın güzelliği zâtîdir. Elbette güzelliğin zıttı olan çirkinlik Allah’a ârız olamaz.
- Allah’ın ilim sıfatı zâtîdir. Elbette bu sıfatın zıttı olan cehalet, yani “bilmemek” Allah’a ârız olamaz. Ârız olamazsa, şu gibi neticeler çıkar: Allah denizlerin binlerce metre derinliğindeki bir balığın yüzmesini bilir. Gecenin karanlığında adım atan bir karıncayı bilir. Hiçbir yaprak onun bilgisi olmadan düşemez. Allah bütün kalplerden geçenleri bilir… Bütün bunlar, ilim sıfatının Allah’ın zâtî bir sıfatı olmasının neticesidir. Zira bunlardan birini bilmemek, cahilliktir. Halbuki ilim sıfatı zâtî olduğundan, zıttı olan cehalet ona ârız olamıyor. Olamayınca da Allah her şeyi biliyor.
- Cenab-ı Hakk’ın diğer sıfatlarına da bu kaideyle bakılabilir.
Bu kaideyle birlikte, şu kaidenin de mütalaa edilmesi faydalı olacaktır:
“Bir şeyde mertebelerin bulunması, o şeyin zıddının, ona tedahülü (müdahalesi) iledir.”
Bu kaideyi şu misallerle anlayabiliriz:
- Işığın mertebeleri, zıddı olan karanlığın müdahalesi iledir.
- Sıcaklığın mertebeleri, zıddı olan soğukluğun müdahalesi iledir.
- Güzelliğin mertebeleri, zıddı olan çirkinliğin müdahalesi iledir.
- Tokluğun mertebeleri, zıddı olan açlığın müdahalesi iledir.
- Kuvvetin mertebeleri, zıddı olan diğer bir kuvvetin müdahalesi iledir…
Demek kaidemiz şu: Bir şeye, zıddı müdahale edemezse, o şeyde mertebe olmaz.
Bu kaideden şu neticeleri çıkabiliriz:
- Allah’ın zıttı yoktur.
- Madem Allah’ın zıttı yoktur, o halde Allah’ın tasarrufuna müdahale de yoktur.
- Madem müdahale yoktur, o halde Allah’ın kudretinde bir mertebe olamaz. Kudreti nihayetsiz olur.
- Kudreti nihayetsiz olunca da, bir çiçeği yaratmak ile bir baharı yaratmak; bir sineği ihya etmek ile öldükten sonra bütün mahlûkatı haşretmek, o kudrete müsavidir. Bir iş, bir işe mani olamaz.